21 Haziran 2009 Pazar

Göztepe

“Dün Göztepe’nin neşeli bir alemi vardı,
Şen kahkahanız bahçelerin koynunu sardı…”


Her semti ilk görüşümüz banliyö pencereleri ya da buluşma noktamız tramvay durakları olamıyor maalesef. (Karamsar bir başlangıç yaptığıma aldanmayın. İstediğini aldırmak için annesine ‘yalancıktan’ ağlayan muzır çocuk edasındayım.) Avrupa Yakası’ndan Göztepe’ye gelince ve Göztepe’de ilk hedef Oyuncak Müzesi olunca gezinin başlangıç noktası da 128 nolu otobüsün de geçtiği dolmuş caddesindeki Göztepe Benzinci oluyor. Gezimiz ve anlatacaklarımız Ceyda ile burada buluşmamızla başlıyor!

Kimilerini kokular, kimilerini görüntüler, kimilerini ise sesler peşine takıp geçmişe götürür. Bazen anneyle gidilen bir ‘çarşamba pazarı’nın dönüş yolunda o enfes ıhlamur kokusunun kışın hiç dikkat etmediğiniz ıhlamur ağacından geldiğini öğrendiğiniz anki şaşkınlığınızı, bazen yağmurlu bir akşamda evine dönme telaşında olan insan kalabalığının arasında o upuzun caddeyi ne kadar ıslak ve yalnız yürüdüğünüzü hatırlarsınız.

Bir tane Penguen aldım ve Şener’in ineceği otobüs durağına oturdum. Şu meşhur “Göztepe Benzinci”nin oradaki durağa. Göztepe benim eski mahallem. Taşınıp gittiğimde ağaçlarını kedilerini bile özlediğim…. O kadar çok şey hatırlatıyor ki her şey bana, ters yönü gösteren Bağdat Caddesi tabelası ev bakmak için geldiğim ilk günü mesela.

Şenerlerin gelmesiyle işte başlıyor gezimiz, (bir reklamın repliğinde dendiği gibi, çocuklar için çikolata benim için süt müydü?) onlar için gezi benim için gezi ötesi.

Göztepe sahilden ya da E-5’ten anlatılarak başlanılabilirdi eminim. Biz tam göbeğinden başladık gezmeye, Oyuncak Müzesi’ni ilk durağımız seçtik. Göztepe Benzinci’nin yanındaki İstasyon Cadde’sine girip sonra da ilk gördüğümüz müze tabelasından içeri kıvrıldık. Caddede yönünü şaşıran tabelalar içeride doğru bir yönlendirme ile alt geçide yönlendirdi ve tren yolunu da böylece geçerek Oyuncak Müzesi’ne vardık.

Şener’in dediği gibi ilk durağımız oyuncak müzesi. Başka türlüsü de olamazdı zaten. Ne güzel demiş Edip Cansever: “Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.” Biz de oyuncak deyince saklandıkları yerden çıkan çocukluklarımızın peşine takıldık. Müze tren raylarının hemen altındaki sokakta. Yani ister Göztepe Tren İstasyonu’nu geçer geçmez sol kolunuzun üzerindeki ilk sola dönüp rayların yanından yürüyün; ister bizim yaptığımız gibi, Erenköy Kız Lisesi’ni de görerek (Ki hala daha öyle mi bilmiyorum ama bir zamanların meşhur liselerindenmiş. Eski ev sahibimin dediğine göre Göztepe ve Erenköy’ün bahçeli konaklarla dolu olduğu yıllarda şu anda hayal bile edemeyeceğiniz mesafelerden bakıldığında dahi görünürmüş Erenköy Kız Lisesi.) tren raylarının altından geçen geçidi kullanın.

Oyuncak Müzesi’nden geziye başlamamızın tüm gezimizi etkilediğini söyleyebilirim. Orada, aslında her zaman içimizde bir yerlerde bulunan ama kimliksizleştirip kayıp eşya bürolarının tozlu raflarına terk ettiğimiz çocukluğumuz yeniden ortaya çıktı. Biraz şaşkın, biraz haşarı bakan gözler; kocaman gamsız tebessümler… Ve tüm gezi de bu çocuksu coşkuyla devam etti. Şimdi ise kısaca müzeyi anlatmalı. Ceyda başlasın, ben devamını getireyim.


“… Birbirinin üstüne ters çevirerek içimdeki iskemleleri / uzaklaşırım aranızdan / çarşıda kaybolan bir çocuğun elinde soğuyan / anne sıcaklığı hızıyla...” Sunay Akın’ın bu şiiri altı yaşlarındayken Bursa çarşısının kalabalığında annem diye başka bir kadının elini tuttuğumu fark ettiğimde ne kadar korktuğumu hatırlattı bana. Ve insan kaç yaşına gelirse gelsin canı yandığında, kalbi kırıldığında, içindeki iskemleleri ters çevirmek zorunda bırakıldığında kendisine açılacak en samimi kucağın annesininki olduğunu... Çokça anneci; bazen ürkek, bazen haddinden fazla cesur; meraklı, geveze, oyuncu, nazlı, masum, ne kadar da özeller tüm çocuklar. Bu dünyanın en sevdiğim hali; çocuklu hali. Ben doktor olsaydım gülümsemeyen hastalarımın reçetesine, “Günde bir defa olsun, aç tok fark etmez, bir çocuğu gözlemleyiniz.” ya da “Göztepe’deki Sunay Akın’ın Oyuncak Müzesi’ni bir kez olsun gidiniz.” yazardım. Müzeyi nasıl anlatmalı bilmiyorum. “Göztepe’nin içinde bir müze” olarak anlatmak oradaki emeğe haksızlık olur. Çünkü Oyuncak Müzesi’nde göze çarpan ilk şey emek. Oyuncakların eski konağın odalarına dağıtılış biçimleri, her odanın bir konusunun (tren, uzay, deniz, savaş…) oluşu, oyuncakların arasına serpilmiş her biri yüz gülümseten kısa açıklamalar. Bence müzenin tuhaf bir tılsımı var, bir taraftan yaşınızı unutturuyor; içinizden “Şu camekanlar olmasa da şu helikopteri bir tur uçursam.” diye geçiriyorsunuz, bir taraftan da yaşınızın artık çocukluk denilen o dönem aralığına girmediğini fark ediyorsunuz. Yanınızdaki kişilere birbirinin benzeri cümleler kurarken buluyorsunuz kendinizi; “Aaa, teneke arabaları hatırlıyor musun, baksana!”, “Şu plastik bebeklerle ne çok oynardık, kolu bacağı bir iki kere çıksa yalama olur yerinde durmazdı. Vay be, bak hatırladım şimdi!”, “Bizim zamanımızda tek çeşit oyuncak ayı varmış, şu sepsert olan hani, seninki de maviydi demek! Belki de başka renk üretmiyorlardı, ha?”

Bu sorulardan daha bir sürü kurduk kendimize ve onların soru işaretlerinin kancalarıyla çocukluk ağacının dallarına takıldık uzun süre. Anladım ki farklı şehirlerden de olsak çocukluk değişmiyor, gökyüzü gibi… Ben müzeden başka bir detay daha vereyim: Zamanında Ruslar’ın Süpermen’in benzeri bir süper karakter oyuncağı olduğunu ve bu oyuncakta S logosu yerine çekiç-orağın olduğu gördük. Hitler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’yi de savaşa katabilmek için kendi halkının sempatisini toplamaya çalıştığını, bunu da Türk askeri oyuncakları yaptırarak denediğini öğrendik. Velhasıl, aslında oyuncaklar salt oyuncaklar değildir. Bir fikri empoze etmeye yararlar. Tıpkı tüm masalların, çizgi filmlerin masum olmadığı gibi.

Müzeyi çocuklar gibi şen şakrak dolaştık, hele de tavan arasına ve en alt kattaki deniz altı şeklindeki tuvaletlere bayıldık. Tam bitti artık gitme zamanı derken Theo Dede’nin atölyesine girdik ve her şey yeniden başladı.

Sıcacık bir yer orası. Pembe duvarları var, sanki pastadan. Mini mini sandalyeleri-masaları var, sanki mini mini çizgi karakterler yaşıyor. Ve tatlı, güler yüzlü Theo Dede’si var masasının ardından gelenleri güler yüzüyle selamlayan, sanki ak sakallı dede! Anlatmaktan ziyade siz de gezip görmeli ve Theo Dede ile konuşmalısınız. Burada tabi ki konuşulmuşu var (televizyonlardaki yemek tarifi gibi oldu.) hemen paylaşacağız sizlerle. Kendisi Avusturya’dan buraya yerleşmiş ve 17 yıldır da Nesin Vakfı’nda çalışıyormuş. Önceleri vakıf için kütüphane, dolap, yatak yapıyormuş ama belli bir zamandan sonra marangozluk alanı değişmiş. Üç yıldır müzenin bu sevimli köşesinde çocukların boyaması için ahşap hayvanlar hazırlıyormuş. Böylece Theo Dede’nin kısa özgeçmişi gibi ciddi bir konuyu ben anlatmış bulunuyorum. Çünkü onunla tatlı bir sohbet eden Ceyda’ydı ve biz ikisini keyifle dinledik. Siz, de bu keyfi Ceyda’dan dinlemelisiniz.

Konuşmadan duramıyorum sanırım, hele de karşımdaki kişi Theo Dede gibi biriyse. Görünce de sevmiştim ya onu, yanına gidip de konuşmaya başladığımda “Anlamıyorum bağır bağır, gönlüm 35 yaşında olsa da artık kulaklarım 85”deyiverince daha da çok sevdim. Yaşı 85’e 90’a gelmiş de olsa sanırım insanın kalbi hep arzu ettiği yaşta kalıyor ve sanki Theo Dede için o yaş ,hiç bilmediği bir ülkede yaşamaya karar verecek kadar cesur olduğu delikanlı yaşları. Minicik masalarının üzerinde boyalar, fırçalar, mini iskemleler. Canımız çekmiyor desek yalan olur. Bir ufaklık oturmuş önünde kocaman bir ahşap ördek ve önlüğü, elinde fırça gönlünce boyuyor. Theo Dede bu kadar cana yakın olmasa sormaya cesaret edebilir miydik bilmiyorum “Biz de boyayabilir miyiz?” diye.

Ahşap boyama yapabileceğimizi öğrenir öğrenmez biz de o minik sandalyelere oturuverdik. Beceriksizce boyamalarımız sonundaysa –ki bizden küçükler daha güzel yapıyordu- Ceyda’nın adsız, kırmızı kalpli, yeşil gözlü, mavi bir ördeği, bu gezimizin misafiri Gülce’nin Cevriye adında, yeşil tenli, renk renk çizgileri olan bir tombiş Japon balığı ve benim de Sed’at’ adında mavi ve kafasında beje yakın noktaları olan bir denizatım oldu. Ayrıca tabi ki elimizde boya kalıntıları, bunu yanında birbirimizin eline kına gibi sürdüğümüz baş harfler, yüzümüzde ağızdan kulağa koca bir gülümseme…

Elimizde birbirinden güzide eserlerimizle Theo Dede’nin yanına gidiyoruz. Theo Dede; mavi ördeğimi, Cevriye’yi ve Sed’at’ı tek tek alıyor, onları yine ahşaptan altlıklara oturtuyor ayakta tek başlarına durabilsinler diye ve pembe etiketlerle çeviriyor dört taraflarını. Çevirirken de kendi kendine okuyor üstünde yazanları: “Oyüncek muzesi…” “Teo Dede…” “Sevrek yaptik…”

Oyuncak Müzesi’nden keyifle çıktıktan sonra geldiğimiz yönün tersi yönde ilerledik. Müze’nin bulunduğu sokak da güzel tanzim edilmiş. Yerler kilit parke, apartmanların bahçe duvarlarında oyuncak kabartmaları var. “Bu sokakta oturanlar ne kadar da şanslı!” diyor Ceyda ve ne kadar da haklı! Sokağın sonundan sağa dönüp önce rayları görüyoruz, sonra da rayların yanından ilerliyoruz.

Raylar bizi Göztepe İstasyonu’na götürüyor. İlginç yapısıyla dikkatimi çekiyor. Çukurda kalan rayların tam üstünde duran istasyon aslında bu haliyle biraz biraz metro istasyonlarını da andırmıyor değil. Tek sorunu ise yine fotoğraf çekmemize izin vermeyen güvenlik görevlileri. Onlar bizi korumakla mesulken, bizi istasyondan niye korurlar, anlayamıyorum.

Göztepe İstasyonu çukurda kaldığından mı bilmem bana hep çok iyi sır saklayan insanları hatırlatır. O eskiden kalma babacan havası da eklenince buna, bazen canım sıkkın olunca bir yere gidecek olmasam bile bir jeton atıp turnikelerinden geçerek rayların kenarındaki banklarında bir süre oturmak isterim.


İstasyondan çıkıp sol kolumuz tarafına (başka nasıl anlatabilirim bilemedim) devam ediyoruz. Arada görünen balık pazarından geçip çıktığımız cadde yine sola dönüyoruz ve dümdüz ilerliyoruz. Bu sırada bir çocuk parkının da yanından geçiyoruz. Ama geçip gidemiyoruz bir türlü. Çünkü bu gezimizin misafiri Gülce’nin tam bir salıncak tutkunu olduğunu öğreniyoruz. O sallanıyor, bir teyze camdan mahzun mahzun bakıyor, biz öyle etrafa bakınıyoruz. Hepimizin yüzünde müzeden bize yadigar beyaz tişörtteki vişne lekesi gibi çıkmayan, çıkmasını da istemeyeceğiz, tebessüm… (Tabi ellerimizde de müzeden yadigar boyalar, baş harfler.)

Göztepe’nin bu mütevazı balık pazarı ne kadar gizlenmiş gibi dursa da varlığı bile güzel bence. İstasyon Caddesi’nden yürürken balık pazarına girip arka sokağa çıkmak çok eğlenceli, tıpkı bizim yaptığımız gibi.

Binaların yerleşimi ve rayların sıkıştırmasından dolayı eğri büğrü giden, bir yerde bir metre genişliğe kadar düşen bir sokaktan ilerleyerek Göztepe Parkı’na ulaşıyoruz. Her taraf cıvıl cıvıl, her tarafta piknik yapan, eğlenen insanlar. Bisiklet, scooter kullanan çocukları görünce yine bir geçmişe dönüp bu oyuncaklardan hangilerine yetişebildiğimizi düşünüyoruz. Hepimiz bisikletten öteye gidememişiz anlaşılan. Kendi adıma söylemeliyim ki scooter ve şu topuğunda teker olan ayakkabıları da merak etmiyor değilim. Ama onun için, belki ‘yaşlandık’ sözü tam da yerinde olmaz ama, yaşlandık yahu. Ve bir şeyleri yapmak için yaşlanmış olmak garip bir his. Her ne kadar içimizdeki çocuk ölmese de dışımızda bir çocuk yaşatmak güç. Zıbın giymek için geç. Ama her zaman seksek oynayanlara ya da kutu kutu penseye katılabilirim. Bu arada Gülce’nin çocukken yaptığı çamın iğne yapraklarından çam yapma deneyi de başlıyor!

Hava güzel olunca herkes biraz çocuklaşıyor galiba. Hadi biz yüzlerce (hakikaten kaç tane acaba?) oyuncak gördük de bu hale geldik, ya bu Göztepe Parkı’ndaki insanlar? Şener’in dediği gibi aslında bu saatten sonra tüm bu insanların ve bizim yaptığımız şeyin adı herhalde olsa olsa “çocuklaşmak” olur. “Çocuk olmak” için artık çok geç. Hep derler ya “Öğrenmenin yaşı yok.” diye, bense her şeyin bir yaşı olduğunu düşünenlerdenim ya da her şeyin yaşında güzel olduğunu... Bebekken öğlen uykusuna yatmak, çocukken kukalı saklambaç oynamak, üniversitede bir tam gün dersleri kırıp sevgiliyle sokak sokak dolaşmak… Ee, “Ağızdan çıkan söz, yaydan çıkan oktan sonra geri gelmeyen üçüncü şey de zamandır.” diye boşuna dememiş bilenler.

Bir ara notu tam da yazının ortasına kondurmak zorunda hissediyorum. Ceyda’dan öğrendiğimize göre bu parkın üzerine bir cami inşa etmek üzerine uzun bir zaman tartışma sürmüş. Elbette cami de lazım, ama ağaçlara, çocuklara, nefes alacak bir avuç alana da kıymak olur bu. Üstelik kentin onca temel ihtiyacı dururken… Yazıya devam…

İşte tam da ‘ya havle’lik bir konu. Bir dönemlerin sıcak tartışması; Göztepe Parkı’na Cami yapılsın mı yapılmasın mı? Şener zaten söylemiş söylenmesi gerekeni, aklın yolu bir değil mi?

Parktan gerisingeri geldiğimiz yere, istasyon caddesine dönüp yürümeye devam ediyoruz. Tabi bu arada istasyonun yanı başındaki “Kastamonu Kır Pidesi İsminin Konulduğu Yer – Since 1984” ve “Pide Okulu” tabelalarına sahip dükkanı da mimliyoruz. İçeri girip konuşmasak da bu iddiayı tabelasına taşıyan insanları buraya not etmeli. Biz daha önce Ceyda tarafından bizzat denenmiş ve beğenilmiş bir pidecide mola vermeyi güzergahımıza daha uygun bulup yürümeye devam ediyoruz.

Göztepe’de dört önemli noktayı bilseniz sırtınız yere gelmez. Birincisi, Göztepe Köprüsü: E-5’ten Göztepe’ye dönmek için kullanılan köprü, biz gezimize minibüs caddesinden başladığımız için köprüyü kullanmamıza lüzum kalmadı. İkincisi, Göztepe Benzinci ki gezimizin başladığı noktaydı hani. Üçüncüsü şu an üstünde bulunduğumuz Cadde; Göztepe İstasyon Caddesi ya da üzerinde bulunan camiden adını aldığı şekliyle Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi. Göztepe İstasyon Caddesi, Bağdat Caddesi’ne inen en güzel caddelerdendir demek istiyorum ama torpil mi geçmiş olurum bilemiyorum da. Çünkü bu caddeye karşı objektif olmam çok zor. Bu yolu kaç kere yürümüşümdür hatırlamıyorum bile. Geniş kaldırımları, bankları, banklarda oturan yaşlıları, onları gölgeleyen yıllanmış ağaçları ve hepsi birbirinden güzel sağlı sollu akıp giden ara sokakları.

Caddenin devamında İş Bankası’nın ve bir diş hastanesi’nin sahip çıktığı, restore edip şube açtığı iki ahşap konak var. Başka türlü böyle sağlıklı kalamayacağından olsa gerek, bu durumdan hoşnutuz. Bir de tabi ki Gülce ve benim para çekmemi sağladığı için de memnunuz. Neticede cüzdan kabarmasa da, en azından içine bir kağıt banknot giriverdi, babaların keselerine bin bereket!

İstasyon Caddesi’nin Bağdat Caddesi’ne bağlanmasına birkaç sokak kala, İETT Göztepe Durağı’nın karşında Köşem Karadeniz Pidecisi’nde mola veriyoruz. İlk kez yediğim kapalı kıymalı pideyi rahatlıkla önerebilirim. Ceyda’nın dediği kadar varmış doğrusu, normalde yiyemeyeceğim kadar yedim. Ki bu önemlidir, çünkü ben genelde garsonların sürekli tabağını almak istediği, ancak özellikle Kad ve Ayşe ablalarımın yemeği bitirene kadar tabağın gitmesini engellediği için garsonların içinde ukte olarak kalan tabakların sahibiyimdir.

Şener ve Gülce’yi de sayarsam Köşem Karadeniz Pidecisi’ne epey bir müşteri kazandırmışım. Valla billa komisyon falan almıyorum. Adı gibi köşede, 3-5 masasıyla sıcacık bir yer. Bir de şu “since…” yazılarının sonundaki tarihe takıntılı biri olarak “ since 1982” olması, yani 1982’den beri hizmet veriyor olması orayı tercih etmemde rol oynayan başlıca etmenler. Tabi en önemlisi Şener’in bile neredeyse tamamını yediği pidesinin bu kadar lezzetli oluşu.

Köşem’de otururken seçimler de dahil pek çok konu konuştuk. Su şişemize ıslak mendillerimizi ve yarısı üretilmiş “çamdan çam” modelini koyarak yeni bir sanat yapıtı ürettik, gülüştük. Kalkmadan masayı da peçeteyle bir güzel sildik, en temiz müşteri ödülünü hakkettiğimize kendimizi inandırdık. Sonra da yeniden yola çıktık gül bahçesine doğru.

Mevsimden dolayı açılmış gülleri göremedik. Güller budanmış, havanın ısınmasını bekliyordu. Ortadaki havuzda yıkanan kargalar, güller açınca yüzde güller açtıracak kadar güzel olacağına inandığım bir bahçe, ve onun demirden güllerle bezeli kapısı kaldı aklımda. Tabi bir de güller açınca yeniden buraya gelmek için kendimize verdiğimiz söz… Geri kalan her şey için dinleyeceğimiz kişi; Ceyda Zeynep!

Köşem’in bir güzel yanı da caddeye yakın olması, çıkıp aşağıya doğru azıcık daha yürürseniz az önce Göztepe’nin önemli noktalarını sayarken atladığım dördüncü noktaya varırsınız; Göztepe Işıklar. Burada yayalara yeşil yanması da öyle bir uzun sürer ki sormayın. Ama bu sırada bu dört yol ağzından ne yöne gitmek istediğinize karar verebilirsiniz. Işıkları beklemeden ya da ışıkları geçtikten sonra sola dönerseniz Bağdat Caddesi sizi Bostancı’ya kadar götürür. Sağ tarafı tercih ederseniz, Fenerbahçe’ye, stadyuma kadar gidebilirsiniz. Bizim gibi tam karşıyı seçerseniz, bu güzel hava da belki de en doğrusunu yapmış olursunuz. Önce gül bahçesinin yerini öğrenirsiniz, gülleri açmamışken bile bu kadar güzelse kim bilir gülleri açınca ne kadar muhteşem olur diye düşünürsünüz. Oradan çıkıp deniz kokusunun peşine takılır sahile inersiniz.
Buraya kadar geldikten sonra, üstelik hava da kış ile baharın bir karışımı sıcaklığındaysa, sahile inmemek olmaz tabi. Biz de gül bahçesinden çıkınca gördüğümüz ilk sahile inen sokağa daldık. Aslında böylece arada saptığımız sokaklar haricinde Minibüs Caddesi ile Bağdat Caddesi’ni İstasyon Caddesi ile; burası ile sahili ise İstayon Caddesi’yle aynı paraleldeki muhtelif cadde ve sokaklarla bağlamış olduk.

Bir kısmını Caddebostan gezimizde yürüdüğümüz sahilin Göztepe kısmı nerede başar nerede biter, bilmiyorum. Bilmeye de lüzum yok bence. Keyfini sürmeli, yürümeli mutlulukla, seyretmeli görünen adaları, oralara giden vapurları. Belki sadece sağdan sola saymalı Ceyda adalarının ismini bir bir.

Çok güzel bir gün oldu. Ben, uzun zamandır geçerken uğradığım bir dostuma bugün günümün tamamını ayırmışım gibi mutluyum. Hele de soldan sağa Sedef, Büyük, Heybeli, Burgaz ve Kınalı Adalarını gördükten sonra. Geceleri ayrı gündüzleri ayrı göz kırpıyorlar insana. Hem biliyor musunuz, küçücük bir parça dahi hırs yok sokaklarında. Belli mi olur belki bir gün gideriz ve size de gösteririm.


Bu yürüyüşün ardından Göztepe gezimizin resmi ayağı bitti. Çünkü daha önce su ıslanmayan pantolon paçası üretmeyi başaran Ceyda’nın bölümü şimdi de daha zor kıvrışan nevresimler üzerinde çalışacaklar. İş eğlenceli görünse de onu bizden erkenden ayırdı ya, hiçbir işe yaramaz yani. Onunla vedalaştığımızda biz biraz daha sahilin tadını çıkarmaya çoktan karar vermiştik. Sahilde ada isimlerini yeniden hatırladık. Kağıttan gemi yapıp denize bıraktık Sunay Akın’ın bir ramazan programında büyüklere çocukluklarını yaşatmak için yaptırdığı gibi. Biz isimler de verdik, adaya kadar gider mi diye de düşündük ama kopamadılar yanımızdan. O anın fotoğrafını, yani bu gezinin son karesi olacak fotoğrafı çekerken objektifimin kapağını denize düşürdüğümü de söylemeliyim. (Gülce bu durumu şöyle yazıvermiş: “…İstiyordu sanki deniz / Sunduğu manzaranın bedelini; / Ve aldı da pek eş değer olmasa da. / Bir objektif kapağı, iki kağıt gemiyle kapattık hesabımızı.”)

Hoşça kal deme zamanı geldi benim için ama elveda değil kesinlikle. Umarım sizler de okurken bizim gezdiğimiz kadar zevk almışsınızdır. Almadıysanız kalkın bir de kendiniz gezin, o zaman göreceksiniz olsa olsa bütün suç bizimdir Göztepe’yi olduğu kadar güzel anlatamadığımız için. Ben Caddebostan Migros’un önünden dolmuşa binip evimin yolunu tutmadan önce, “Değişmeyen her şeyin için sağol Göztepe!” diyorum ve tanıdığım için çok mutlu olduğum bugünkü konuğumuz Gülce’ye de gezimize kattığı toz pembe renk için teşekkür ediyorum.

Sonrası mı? Avrupa Yakası’na bir Kadıköy Vapuru ile geri dönüş ve yine en olmadık bir gezinin daha Beyoğlu’nda sıcak çikolata yudumlarken sonlanması… Keyifle başlayan, keyifle biten kocaman bir güzel gün. Gezimize katılan misafir gezerimiz Gülce’ye ben de teşekkür etmeliyim katkıları, anlattıkları ile çamdan çam yapmayı ve kağıttan gemi yapmayı öğrettiği için.

Çocukluğunu tavan arasından indirip şöyle bir bahçede turlamak isteyenler için ideal bir semt olan Göztepe’den de iki kalem geçti işte!



İki kalemden renkli notlar:

Kırmızı Not: Kırmızı Ödülleri’nde “Basında en iyi kültür-sanat reklamı” ödülünü Oyuncak Müzesi’nin reklamı aldı. Keyifli bu çalışmayı reklam dergisi olan Kırmızı’da bulabilirsiniz.

Sarı Not: Suadiye’den sonra bu gezimiz için de bir şarkımız var. Emel Sayın ve Modern Folk Üçlüsü’nden “Dün Göztepe’nin neşeli bir alemi vardı.” şarkısını tavsiye ediyoruz ve dinlemek isteyenler için de blog’umuzda yayınlıyoruz.

Yeşil Not: Bir noktadan iki kalem geçmeye başlayalı tam bir yıl olmuş! Bir yılda çeşitli nedenlerle yedi semt gezebildik. Gezilerimize yer yer misafir sanatçı olarak katılan Kad, Ceren, Özgür, Samuel ve Gülce’yle; bizi takip eden tüm okurlarımıza teşekkür ederiz. Eski(meyen) yazılarımızı Boo! arşivinde bulabileceğiniz gibi bir yılın değerlendirmesiyle birlikte blog’umuzda da bulabilirsiniz.