19 Ağustos 2008 Salı

Samatya... Mayıs 2008

Yolculuk trenle yapılıyorsa, tren üzerine yazılar yazılmak isteniyorsa belki de en güzel başlangıç noktası Sirkeci’dir. Orient Express’in son durağından başlamak, Agatha Christie’nin de gördüğü açıdan bakmak etrafa… Tek fark biz ikinci peronda kalkışa hazır beklerken onun her daim birinci perona gelmesiydi.

Birinci peronunu, ikinci peronunu, içini, dışını, memurunu, yolcusunu her yanını inceledim Sirkeci Garı’nın. 10.30 olan saatim 11.00 oldu sonunda. Halimden? Kesinlikle şikâyetim yok. Hatta zaman zaman düşünmüyor değilim; böyle avarelik etmek işten sayılsaydı, aylaklık maaşa bağlansaydı diye. Cumartesi’nin güneşine aldanıp incecik giyimimle Pazar’ın ayazında buz tutmuş olmam da bana ders olsun. Her kim ki yollara düşecek; bir gün evvel hava durumuna baksın, fotoğraf makinesinin pillerini, filmlerini kontrol etsin, benim gibi yazmadan aklında tutamayanlar kâğıdını kalemini unutmasın.

Her şeyimizle hazırız. İşaret verildi, düdük çalındı ve yarış başladı! İlk Boo yazımız da bu noktadan başlayıverdi. Sirkeci’den bindiğimiz eski banliyö sarsıla sarsıla ilerleyip bizi Kocamustafapaşa İstasyonu’nda bıraktığında kronometremiz on altıncı dakikadaydı. Yani gittiğimiz yer o kadar yakın. Evet, durak ismi her ne kadar Kocamustafapaşa olsa da şu an Samatya’dayız.

İlk başlarda zorunluluktan istemeye istemeye bindiğim nevi şahsına münhasır banliyö trenlerinden zamanla anlatılmaz bir zevk almaya başladım. Bunu hep Haydarpaşa-Bostancı hattı üzerindeki eski istasyon binalarına, istasyona bakan apartmanların camlarında görmeye alıştığım yaşlı teyzelere, amcalara ya da her gülüşe, her sallanan ele karşılık veren çocuklara bağlamıştım. Ama şimdi bu 1962 model Fransız yapımı banliyö treninde, daha evvel hiç gitmediğim bir yolda giderken anladım ki banliyö trenlerinin, başına buyruk, asi zamana söz geçirmeleri büyülüyor beni. Sanki usulca, ürkütmeden “yavaşla” diye fısıldıyorlar zamanın kulağına. “Yolcum hayatın tadını çıkaracak, yavaşla” hayatın tadı damağımızda ilerliyoruz, hayretler içindeyiz. Her yanı orijinal bu trenin. Koltuklarını mı, tutamaçlarını mı, lambalarını mı, kapı kollarını mı anlatalım? Hadi kapı kollarını anlatalım. Ev tipi desek yalan olmaz herhalde. İnmek ya da binmek için, kapının her iki kanadındaki kolları tutup aşağıya indirip kanatları yanlara itmelisiniz. Tren durunca bunu yaptınız yaptınız, yapamazsanız bizi gülümseten şu çift gibi bir sonraki durakta tekrar deneyeceksiniz şansınızı. 16 dakika geçmiş, Samatya’ya gelmişiz, kapıyı da açtık başarıyla. Dönüşte umarım yine sana denk geliriz emektar ihtiyar…

İstasyonun hemen dibinde tellerin berisinde iki katlı kâgir evler bulunuyor. Hepsi ayrı bir renkte boyanmış, bu sayede birbirlerine karışmıyorlar. Sanki hepsi bir domino taşı, yıkılması için yan yana konulmuş. Ama tek farkı aralarına boşluklar konulmamış. Daha bir sık. Onun için üflesem devrilmez ama ya dokunsam? Dokunmaktan korkuyorum içinde onca yaşayan varken.

Her şeye kadrajın arkasından bakmayı sevmem ben, çıplak gözümle göreyim isterim bazen. Öyle güzeldir ki bazı şeyler –küçük çocuklar, yavru hayvanlar, bazen sevdiğiniz, erik ağaçlarının yeni açmış çiçekleri mesela…- dokunsam bozulacaklar, solacaklar, eskisi gibi olamayacaklar gibi gelir. Bu yüzden gözlerimle sevmeyi tercih ederim onları uzaktan, zarar vermeden. Bu trenden iner inmez fark ettiğimiz evler de öyle… Vücudundaki yaraları süslü kıyafetlerle gizlemeye çalışan biri gibi inadına canlı renklere boyanmışlar, sanki en sağlıklılarını başlara koymuş kol kola girip birbirlerine yaslanmışlar.

Evler ile istasyon arasında dar bir sokak var: İç Kalpakçı Sokağı. Bu dar yol sayesinde evlerin ne durumda olduğunu daha yakından görebiliyoruz. Çoğunun kapısı ufak, yarısı yolun altında kalmış gibi, kökleri gövdesinden uzun çam fidanları gibi… Evler ile istasyon telleri arasına gerilen iplerde çamaşırlar asılı, yavaş yavaş suları damlıyor. Beyaz yazmalı bir teyze ve bir çocuk oturuyor bir duvar dibinde. Teyze bizi görünce yüzünü çeviriyor. İleride bir kapı açılıyor, gençten bir kız yolluk çırpıyor. “Kolay gelsin.” diyoruz. Soracak bir şeyimiz olmadığından Samatya’ya nasıl gidebileceğimizi soruyoruz. O da bizim gibi bilmiyormuş. Daha yeni gelmiş. Belki de daha yeni gelin olup gelmiştir. Yeni yurduna daha hâkim değildir. Peki ya biz? Biz niye kalemimize hâkim olduğumuz kadar kelamımıza hâkim değiliz? Kıza aslında oldukça saçma bir soru soruyoruz. Sanırım günün ilk diyalogu böylece karşılıklı çekingenlikle başladığı hızla bitiyor. Kızın ilerisinde yol boyunca tenekeler var. Üzerinde “Sana yağına evet!” yazıyor. Tarih burada hep aynı. Akmıyor, değişmiyor.

Evlerin önündeki dar sokak, seneler önce arkadaşlarıyla saklambaç oynarken tren yolunun arkasına saklanmış bir çocuk. Çanak çömlek patlamış, ebe değişmiş, oyun bitmiş, herkes dağılmış. Zaman geçmiş, o kalmış. Ama diliniz varmıyor söylemeye. Sessizliğin, seslerden daha iyi bir hatip olduğu ender anlardan biri bu da. Sokağın insanları ile de tam olarak –uzun uzun- konuşamamamız da belki bundan.

İç Kalpakçı Sokağı’nın başına dönüp yukarı çıkar çıkmaz kendimizi balıkçıların arasında buluyoruz. Hemen berimizde ise Samatya Meydanı ortaya çıkıyor. Fenomen haline gelen, televizyon tarihimizin en kaliteli yapımlarından biri olan İkinci Bahar dizisinin mekânlarından biri. Ama bunun üzerine düşünemeden Trakyalı bir teyze durduruyor bizi. Ne olduğunu anlayamadan anlatmaya başlamış oluyor. Kızına benzetmiş, kızı uzaktaymış. Teyzem Uğur Dündar’la aynı köydenmiş. Anlaşılan onu ne kadar bağrına bastıysa sormadan söyleyiverdi. İkinci diyalog da böylece biz çaba harcamadan başladı, şaşkınlığımızla bitti.

Deniz her yerde güzel, balıkçılar hatta tezgâhlarının önündeki kediler. Ama insanlar, sokaktan geçen insanlar? Sokaklar değiştirir mi insanları? Yaşadıkları yerler? Birden karşımıza çıkan, Uğur Dündar’ın akrabası bu teyze bu sorunun cevabını vermemizi sağlamaya yetmez, haklısınız. Annem olsa derdi “Tek çiçekle bahar olmaz” Ama bakın günün sonunda belki de daha sonuna gelmeden Samatya öyle bir cevap verecek ki sorumuza, diyeceksiniz ki sırf bu cevabı almak için bile gidilebilir oraya.

Ve Samatya Meydanı… Ufacık bir meydan. Karşılıklı iki lokanta var. Biri Ali Haydar İkinci Bahar Lokantası. Diğer uçta balıkçılar ve balık ekmek yapan ufak birkaç lokanta daha... Çekim hileleri ve sinemanın büyüsünden olacak muhteşem görülen, yaşanılası bulduğum o meydan artık benim için sıradan bir meydan. Tabi diziyi izlemeyenler için güzel gelebilir, tercih meselesi.
Ben ikinci Bahar’ı izlemeyenlerdenim. Bu yüzden olumlu ya da olumsuz bir önyargım yok Samatya Meydanı hakkında. Ama genel olarak meydanlar hakkında var. Şikâyetim var. Türkiye’nin meydansızlığından şikâyetçiyim. Ben meydanları evlerin sofalarına benzetirim hep. Eve girenlerin, evden çıkanların, evde yaşayanların buluşma yeri. Kimseyi tanımasanız kimseyle konuşmasanız da hatta bambaşka bir ülke de bile olsanız, meydandaki bir bankta soluklansanız beş dakika; yaşlısını, gencini, esnafını, kedisini, köpeğini, çimenini, çiçeğini, her şeyini tanırsınız o yerin. Aynı anda hem bir şeyin parçası olma hem bir şeye dışardan bakma lüksünü sunar meydanlar insana. Yakınlaştırır insanı insana ama artık evlerde sofa olmadığı gibi, yurtdışında en ufak yerleşim yerinde bile büyük öneme sahip olan Türkiye’de ise zaten yok denecek kadar az sayıda ve küçük olan meydanlar daha da küçülüyor. Bir koşuşturmacanın içinde yaşayıp gidiyor insanlar. Etraflarından ve birbirlerinden uzak.

Er geç istasyona varmak için bu meydandan yine geçeceğimiz için uzun uzun anlatmıyorum. Doğrudan devam ediyorum söze, meydandaki basamakları çıkarken. Şimdi Samatya’ya otobüs ile gelenlerin geçtiği Müdafaa-i Milliye Caddesi’ne çıkmış olduk. Cadde küçük kentlerin en işlek caddeleri gibi. Ne kadar işlek olursa olsun sakin bir havası var. Bu bir İstanbul Caddesi olamaz gibi geliyor. Caddede sağlı sollu binalar, pek çok kıraathane ve işyerleri var. Kıraathaneler ilginç bir şekilde isimlerini “cafe” yapmış burada. Nedendir, doğrusu biz bir anlam veremedik. İçlerinden en dikkat çekici olanının adı ise “Beyaz Saray Cafe” idi. Atlanılmayacak kadar ilginç geldi, aktarmalı diye düşündüm. Görmek isterseniz Ağa Hamamı ile başlayıp Ermeni Kilisesi’nde son bulan dik yokuşun arasında kalıyor.

Meydana inen merdivenlerden çıktık ve büyü bozuldu. Samatya’nın elde kalanını sanki bir çukurun içine gizlemişler. Bari bunun kıymeti bilinsin diye de uzun merdivenlerle biraz zahmet çıkarmışlar elde etmek isteyenlere. Müdafaa-i Milliye Caddesi’ne çıkınca insan içinden keşke diyor keşke daha çok şey sığsaymış o çukura. Cadde boyunca sımsıkı dizilmiş binalar. Bir Mecidiyeköy bir Kadıköy kadar üstünüze gelmese de apartmanlar, insanlar, arabalar yine de “olmamış” , “yakışmamış” bir şeyler var; aklınıza, gözünüze takılan.

Cadde boyunca irili ufaklı pek çok kilise çanı görülüyor. Bazılarının kapısı caddeye bakıyor. Kapılar sıkı sıkıya kapalı, duvarlar yüksek. Hepsinin kapısında zil. Basıyoruz zile, içeriden ses seda yok. Pek çok kilisenin kapısını çaldık, içerisine bakmak istedik. Ancak Samatya’daki en büyük kilise olan Ermeni Surp Kevork Kilisesi’nden ve ufak bir Rum kilisesinden başka bir kiliseyi göremedik.

Bu kadar dar bir alanda bu kadar çok kilise gördüğüm İstanbul’daki tek yer Samatya sanırım. Ama Samatya meydanının çukura saklanması gibi kiliseler de insan yapımı demir/beton dağların arkasına gizlenmişler. Özelikle de, ellerini arkasına kavuşturmuş ağır ağır adımlayan – büyük ihtimalle- Samatya’lı olan amcanın peşinden yokuş yukarı çıkarken birden başlayan Ermeni Lisesi’nin yüksek duvarı ilgimi çekiyor. Öyle bir şey ki onu gördükten sonra sanki yokuş daha da dikleşti, vazgeçip yolun ortasına bağdaş kurasım var. Tepeye varana kadar bin bir türlü şey – az ne demek?, çok ne demek?, farklı ne demek?, aynı ne demek?… — geçiyor aklımdan.

Surp Kevork, Türkçe’de Sulu Manastır, biraz daha yüksekçe bir yere kurulmuş. Ağa Hamamı’nın yanında oldukça dik bir yokuş çıktıktan sonra sağınızda kalıyor. Kilisenin iki yanında Ermeni Lisesi ve İlkokulu var. Yaklaşık 300 öğrencisi olan bu okulların duvarları oldukça yüksek. Tecrit edilmişçesine korunaklı yapılmış duvardaki bahçe kapısı da dümdüz demir bir kapıdan oluşuyor. Kilisede de güvenliğe bir o kadar önem veriliyor. Bazilika tarzında yapılmış binanın dışı kesme taştan yapılmış. İsmi içerisinde merdivenlerle inilen sulu bir ayazma olmasından geliyor.

Yokuşun başından sola kıvrılıp okulun kapısının önünden geçiyoruz. Hemen yanındaki Ermeni Kilisesi’nin kapısı açık. Önünde bir adam, ne yapmak istediğimizi soruyor. Merak ettiğimizi, içeriyi görmek istediğimizi söylüyoruz. Yaklaşıp çantalarımızı kontrol ediyor. Fotoğraf makinelerimizi işaret edip, “girebilirsiniz ama içerde çekim yapmak yasak” diyor. Makinelerimizi kaldırıp çantalarımıza koyuyoruz. İçerdeyiz.

Kilise avlusunda bir sıcaklık var. İnsanlar banklarda oturmuş sohbet ediyorlar. Sıcaklık binanın kapısına da hâkim. İnsana “gel” diyen ahşap, buzlu camlı ve iki yöne de açılabilen kapıdan insanın giresi geliyor. Bu çağrıya dayanamayıp giriyoruz. İçeride pazar ayini devam ediyor. Açıkçası papazın söylediklerine pek kulak kabartamıyorum. İçeriyi inceliyorum. Kilisenin içi de dışı kadar sade. Ayrıca aydınlık ve ferah. Pek çok kilisenin aksine duvarlarında çok az tasvir asılı ve duvarlara beyaz ve pembe renk hâkim olmuş. İçeriye biraz olsun canlılık katan unsurlar avizeler olmuş. İçeride Ceyda Zeynep bir Ermeni teyzeyle konuşuyor. Ne dediğini aynı duyguyla anlatmam güç. İçerideki kadınların başları yazmalı, sokakta görsen anlamazsın. Anlaşılan gerçekten para ve iman hangi insandadır, nasıldır; anlaşılmaz.

Neden camilerin içi kiliselere göre daha aydınlıktır, merak ettiniz mi hiç? Müslümanlıkta insanların günahsız doğduğuna inanılır, aydınlık. İnsan yaşadıkça karanlıkla tanışır. Hıristiyanlıkta ise tam tersi bir inanç vardır, insanın yaşam boyunca tüm çabası doğarken beraberinde getirdiği karanlıktan –günahlardan- kurtulmak, aydınlığa ulaşmaktır. Kilisenin içine girdiğimde aklımdan ilk bunlar geçiyor. Kısacık her şeye göz gezdiriyorum; sesin geldiği yere, avizelere, yanan mumlara, gravürlere, tavan süslemelerine ve insanlara… Fotoğraf çekenler bilir; kapının, duvarın, ağacın, çiçeğin fotoğrafını çekmek nispeten daha kolaydır. Kedi, köpek, kuş deseniz, en fazla ürkütüp kaçırırsınız – aman dikkat bazen de siz kaçmak zorunda kalabilirsiniz- Şayet insansa kadrajın içine almak istediğiniz, öncesinde atlamanız gereken eşik birden yükselir. Aslında çoğu zamanda hayalidir bu eşik, biraz sizin korkunuz yükseltir biraz karşınızdakinin korkusu, biraz sizinki biraz karşınızdakinin ki… Bir içten merhabayla yıkılıverir çoğu zaman, siz de oturur gülersiniz korkunuza. Ha elimizde fotoğraf makinemiz yoksa ne mi olur? Şöyle diyelim “insanlığın eskiden beri âdetidir suçu nesnelerin üzerine atmak” Girdiğimizden beri bakışıyorum solumdaki orta yaşlı teyzeyle, bir tebessüm bir “merhaba” yıkıldı duvar. “Ermeni misiniz?” “Ermeniyim” diyor teyze. “Ama siz, yani dışarıda görsem yani başınızdaki eşarp falan...” Kurduğum cümlelerin ne kadar saçma olduğunu ben de fark ettim, ama artık çok geç. Gülümsüyor. O da neden burada olduğumu soracak ama en az benimkiler kadar saçma olacak hangi kelimeyi yan yana koyarsa koysun. Anlıyorum, gülümsüyorum. “Arkadaşlarımla” diyorum “Pazar olunca, havayı da iyi gördük dolaşmaya geldik Samatya’ya, sonra burayı görünce…” Daha fazla alıkoymak istemiyorum teyzeyi ayinden, “iyi günler” diliyorum. Usulca çıkıyoruz kiliseden. Aslında yokuşu çıkarken sorduğum sorulara birer cevabım vardı benim, şimdi doğruluklarını ispat etmiş gibi mutluyum. Bütün kavramları şekillendiren biziz aslında. Azı az yapan çoğu çok, korkuyu korku, karanlığı karanlık, aydınlığı aydınlık… Ve aslında hiçbir şey ya da hiç kimse bizi düşündüğümüz kişi olmaktan alıkoymuyor. Az hissettiğimiz kadar azız, çok hissettiğimiz kadar çok.

Kilise tarihi hakkındaki en net bilgi üzerine kurulduğu alanda eskiden bir Rum Kilisesi (Maria Peribleptos) olmasıdır. Bu bölge bir padişahın emri üzerine Rumlardan alınıp Ermenilere verilmiştir. Ermeni Patrikhanesi de 1640’lı yıllara kadar burada kalmış. Surp Kevork, patrikhaneni kilisesi olma görevini üstlenmiş. Daha sonra patrikhane Kumkapı civarındaki şimdiki yerine taşınmış. Böylece İstanbul’daki Ermeni nüfusun yerleştiği bir bölge halini almış burası.

Aslında bir de burası için anlatılan bir efsane var ama tarihler ve isimlerin uyuşmaması sonucu zaten gerçek olmadığı ortadadır. Rivayete göre Sultan Deli İbrahim, haremi için getirilen bir Ermeni kadını çok beğenmiş. Kadın –ki şekerpare adını takmışlar- onu parmağında oynatarak buranın kendi milletine verilmesini sağlamış. Ancak bu kilise 1600’de kurulmuştur, Deli İbrahim ise daha önce yaşamıştır. Yani tarihler çelişmektedir.

Kilisenin avlusunda küçük bir tur attıktan sonra, çıkışa doğru ilerliyoruz. Sol tarafımızda Ermeni İlkokulu’nun kapısı var sağ tarafımızda ise okul aile birliğinin odası. Odanın kapısına hem Ermenice hem Türkçe yazılmış ismi. Yaklaşıp incelediğimi görüyor odada çocuğuyla oturan adam. Harflerin dikkatimi çektiğini söylüyorum. Köşeleri olmayan, yuvarlatılmış harfler. “Ermeni Alfabesinde tam 38 harf var biliyor muydunuz” diyor. Bilmiyordum ve öğrendiğimden ötürü fazlasıyla memnunum. Dışarı çıktığımızda, bizi içeri alan adam yanımıza yaklaşıyor. “Gençler var mı merak ettiğiniz sormak istediğiniz bir şeyler?” diyor. Biz daha bir şey demeden ekliyor. “Girerken öyle baktım çantanıza falan ama yüzünüzden anlaşılıyor zaten iyi niyetiniz, ama biz de haklıyız işte…” her iki tarafın da haklı olduğu her konuda olduğu gibi, diyecek bir şey… Yok. Teşekkür edip, yola devam ediyoruz. Birkaç adım atmadan bir cami çıkıyor karşımıza, avlusunda 3–5 erkek oturmuş sohbet ediyorlar. Birden camiye girmeye kiliseye girmekten daha çok çekindiğimi fark ediyorum. Kiliselerin görünen duvarları varsa etraflarında, maalesef camilerin de görünmeyen duvarları var, her geçen gün daha da yükseltilen. Diyecek bir şey… Çok da yok yazık ki!


Kapıları bize açılan ikinci kilise olan Rum Kilisesi’nin ise sadece avlusuna göz ucuyla bakabilmiş durumdayız. İçeride bir aile yaşıyor. Görevli olan bu aile bize kiliseye girme izni vermiyor.

Apartman zillerine sıradan basıp kaçan çocuklar mıyız biz? Çocuk olduğumuz doğru, zaten insanların yollara düşmesinin bir nedenin de bu olduğunu düşünürüm ben. Özgür olmak ve genelde insan yaşamının en özgür dönemidir çocukluk ne kadar içindeyken fark edilmese de. Zillere basıyoruz doğru, ama kaçmıyoruz. Biz uslu uslu bekliyoruz, sabırla, kapıların açılmasını. Çoğunun zili çalışıyor mu çalışmıyor mu onu bile duymuyoruz dışardan. Rum Kilisesi’nin kapısını bir çocuk açıyor. Belki de çocuk olduğu için açıyor. Ama maalesef arkasında annesi duruyor ve açılan kapı kısa bir süre sonra kapanıyor.

Şimdi yeniden yokuşun başındaki Ağa Hamamı’na dönebiliriz. Burası Mimar Sinan’ın yaptığı eserlerden biri. Ancak yıllarca harabe halinde kalmış. Yıllar sonra, 2002 yılında Kültür Bakanlığı restorasyon çalışmasına başlamış. Şu an bir restore durumu söz konusu değil. Demir parmaklıklı ana kapıya kilit vurulmuş. İçeriye, parmaklıklar ardına baktığımızda ise içler acısı durum ortaya çıkıyor. Eserin düzenli bir şekilde yenilenmek yerine hol kısmına yeniden beton kolonlar dikildiği görülüyor. İçerisi sanki yarım bırakılmış yeni bir inşaat gibi. Her tarafta çimento ve tuğlalar var. Ayrıca bir koltuk takımı ve bir masa da mevcut. Anlaşılan bu hamamın akıbeti de uzun zamanlar belli olmayacak.

Artık hamam dışında her şeye benzeyen bu yapıyı da anlattığıma göre başka bir sokakta başka bir hikâyeye yelken açabiliriz. Ağa Hamamı’ndan gerisin geri yürümeye karar veriyoruz. Yolun altında eğrilerek giden, Çağla Eczanesi’nin yanından başlayan, sokağa giriyoruz. Sokağın devamında bizi dik bir yokuş karşılıyor. Yokuşun solunda bir çay bahçesi, sağında ise yine taş bir bina. Yoldan geçen birkaç kişiye soruyoruz ama bilen yok. Oranın fabrika olduğunu diyen de oldu, yıkık bir harabe diyen de. Ancak sonradan anladık ki orası bir Rum kilisesidir. İşte bize -kapılarını hafifçe aralayarak da olsa- içini birazcık gösteren ikinci kilise de burasıdır.

Allahtan Şener var da hamam hakkında bir şeyler söylemiş. Çünkü benim hamam hakkında konuşasım yok. Hamam adına ve bu hamam gibi varken yok edilen her şey adına susuyorum! Ama “Hamam nerde acaba?” diye kendi aramızda konuşurken yanımızda beliren bir amca var ki anlatmadan geçemem. “Uzaktan” diyor “hamam dediğinizi duydum. Yabancılar, gidip tarif edeyim dedim” Yaşının üstünde yaşlı gösterenlerden amca, ön dişleri seyrekleşmiş, gövdesi hafif öne doğru eğilmiş ama yüzü inatla gülüyor, içinde neler olduğunu bilmek ise imkânsız. “Siz Samatyalı mısınız?” diye soruyoruz. Daha da yaklaşıyor, fısıldayarak söylüyor, -övünmek gibi olmasın dercesine- “Tam 150 yıldır”

Soldaki çay bahçesine giriyoruz biraz soluklanmak için. Plastik masalar, sandalyeler yeni yeni çıkarılıyor. Ama zaten bu sandalyelere adamlar oturmuş. Az ilerideki oldukça uzun –ki en az altı kişi sığar- banklarda oturan yaşlı iki teyze ve gençler vardı. İki teyzenin oturduğu banka biz de oturduk. Teyzelerle konuşmak istiyorduk, haliyle en güzel soru da yandaki binanın ne olduğunu sormak oldu. (Buradan sonra sanırım teyzeleri birinci ve ikinci teyze diye ayırmak daha doğru olur.) Birinci teyze oranın kilise olduğunu söyledi. Pek çok sefer tekrar etti. Daha sonra da Hıristiyan ya da Müslüman olmanın değil, insan olmanın önemli olduğunu belirtti. Yani sanırım bizi ilk başlarda gayrimüslim sandı. Asıl önemli nokta bu değil tabi, bu durum halen açık görüşlü, dine göre ayrım yapmayan insanların yaşadığının göstergesi.

99’un yazı gözümüz televizyonun anteninde… O kıpırdadı biz parka indik, o sallandı biz yine parka indik annemle. Böylece tanıştım parkın müdavimi orta yaşlı insanlarla… Pasta tarifi verdiler, eve gittim denedim. Öyle şeyler anlattı ki kimisi, hem dinledim hem aklımın bir köşesine yazdım. Kısacası bu işi sevdim ben. Fiilen Samatyalı, teoride Malatya’lı bu iki teyze de farkında değiller ama bir dişi Hacivat-Karagöz’ler sanki. Bizi dinlemeden giriştiler lafa,. Kaptırıp gittiler sonra, öyle ki bir ara ben bile gayrimüslim olduğumuzu sandım.

Teyzelerimizin ikisi de Malatyalı. Birinci teyzenin kocası vefat etmiş, oğulları da ona bu semtte kendi evlerine yakın bir ev almışlar. Denizi sevmiyormuş, biraz uzaktan bakmakla yetiniyor sadece. Ayaklarının sağlam basmasını istiyor yere hep. Batmasından korkuyormuş vapurların, batmaması için dualar ediyormuş her namazdan sonra. Neticede yer gök duayla… Tekrar belirtiyor denizi sevmediğini. İkinci teyze ise hafif bir sesle “Ama ben seviyorum.” diyor. Hep birlikte gülüyoruz buna. Sonra da ayrılıyoruz teyzelerimizin yanından.

Deniz kendisinden bahsedildiğinden habersiz, üstündeki gemileri kaldırmakla meşgul… ben denizi de seviyorum, onu sevmediğini de sevdiğini de böyle naif ifade edebilen insanları da…

Bu nezih çay bahçesi, arka duvarı görünen kilise ve biraz biraz görünen denizle üç tarafımızın çevrelendiği bu noktada dördüncü yönümüzü de kaplayan bir yıkık yapı daha var. Yine restorasyona başlanmış, yine bitirilememiş. Eski bir cami, eski bir kilise. Kapısı kilitli, üzerinde neredeyse yirmi yıl öncesinin afili ve zamanın civcivli kapı tokmaklarından biri var. Kapıya vuruyoruz, açılıyor. Bir görevli kapı aralığından olanca ciddiyetiyle bize bakıyor. İçeri almıyor bizi. İçeriyi görebilmemiz için Sultanahmet’te müze müdürlüğünden izin almamız gerekiyormuş. Sürekli ters ters konuşuyor üstelik. Kızıyorum haliyle içimden. Sırayla o görevliye, onu başa getirene, onu da başa getirene, hükümete... Kilise görevlileri bile bizi, farklı dinlere mensup bizleri, sıcak bir ilgiyle karşılarlarken ve üstelik insanların kendi içlerine en çok döndükleri, en özel yerleri ibadethanelerine kabul ederlerken bizim birbirimize yaptığımız bu saygısızlık reva mıdır?

Yine diyorum ki “İyi ki Şener var” Bazı şeyleri değil söylemek yazmak bile gelmiyor içimden.

Kızgınlık yolun devamında hemencecik geçiyor. İleride bir binanın yan cephesinde buraya özgü bir ilan görüyoruz. Siyah zemin üstüne beyaz yazı. Ancak yarı yarıya silinmiş. Sokakta oynayan çocuklara soruyoruz ama bilen yok. Onlar doğmadan önce yazılmadı ya o yazı, bilmeleri icap etmez mi? Maç muhabbeti ediyoruz çocuklarla. Galatasaray mı Beşiktaş mı? Ben Galatasaray dediğimden çocuklarla kanka oluyoruz. Sonra da yola devam ediyoruz. Ve biraz daha ilerle bu reklâmın silinmemiş halini görüyoruz: “Duvarım su alıyor, yetiş Yusuf Usta” Sanırım bu ustanın işi yan cepheleri ziftle kapatmak ama emin olamıyorum. Duvarım da olmadığına göre yola devam!

“Gökyüzü gibi şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” demiş ya şair, duvarın önünde durmuş ne yazıyor burada acaba diye düşünürken birden çocukluğu görüyoruz ellerinde lolipoplar… “Ne yazıyor çocuklar şu duvarda diyoruz?” “Okunmuyor” diyorlar… Dakikalarca baktığımız duvarı bırakıp birbirimize bakakalıyoruz. “Okunmuyor” işte bu kadar basit!... Neden bu kadar uğraştık ki bir duvar yazısıyla?! Cidden gökyüzü gibi şu çocukluk, maviyse mavi, siyahsa siyah, her durumda yalın!

Metin çığırından çıkıyor. Uzuyor gidiyor. Gezi geniş detaylı, biz yazanlar detaycı. Ama artık şu aç karınları doyurmak, biriktirdiğimiz ve sizlere anlattığımız malzemeleri çantalara tıkıştırmamız için bir yere oturmamız gerekiyor. Malum seyyahlığı bırakıp eve dönmek zamanı da geliyor. Yemek yiyebileceğiniz en güzel yer tabi ki Samatya Meydanı’nda. Diziyle meşhur olan kebapçıların marifetlerini de görebilirsiniz, meydanın yanındaki ufak balık ekmekçileri de. Meydanın altında bir de midyeciler var. Samatya Midyecisi de denenebilir gibi duruyor. Ben denemiyorum, tercih meselesi…

Biz balık yemek istiyoruz ama bilmiyoruz. Kararsızca meydana bakıp fotoğraflar çekiyoruz. Balıkçı tezgâhlarını, onlara mundar ciğere bakar gibi bakan kedileri… Gözüme kenardaki dört tekerli tezgâhında tere, roka satan amca ilişiyor. Yanına gidip iznini alarak birkaç fotoğraf çekiyorum. Sonra da lakırdı ediyoruz biraz. Erzurumluymuş, adı Hayri. Amcaya soruyorum istasyon yanında yaşamayı, onun gürültüsünü patırtısını. “Alışılıyor” diyor, “alıştık” diyor. Haklı, neye alışılmıyor ki şu banliyö trenlerinin gürültüsüne alışılmasın. Ceyda Zeynep yemek yiyebileceğimiz, önereceği bir yer olup olmadığını soruyor. Hayri Amca bizi kolumuzdan tuttuğu gibi meydanın girişine yakın olan ufak bir balık lokantasına götürüyor. İçerideki ustaya da söyleyiveriyor hemen. “Bak bu arkadaşlar yakın, benim misafirlerim, iyi ilgilenin.”

Uğur Dündar’ın akrabası olan teyze, hamamın yerini tarif eden asırlık Samatyalı, kilisenin önündeki adam, Malatyalı iki arkadaş ve rokacı Hayri Amca… Tüm bu birbirinden farklı insanları bir araya getiren bir şey var… Konuşmalarında, tavırlarında, bakışlarında, samimiliklerinde bir ortaklık. Cevabını aradığımız bir soru mu vardı? Evet, sokaklar değiştirir insanları. Ve bazen insanı için giderken insanlar bir yere bazen de insanı yüzünden kaçarlar bir başka yerden.

Lokanta ufak ama nezih. İçerisi dar, dışarıdaki masalar ise tam anlamıyla harika. Balık güzel, salata güzel. Tıka basa yiyoruz açıkçası. Rejim yapan gitmesin, rejim bozdurur bir lokanta! Fiyatları da cep yakmayan cinsten. Bu yemeğe bu fiyat az doğrusu.


Huzur yenilen bir şey olsaydı sanırım tadı böyle olurdu, Samatya’da hamsi gibi. Teşekkürler Rokacı Hayri!

“Abdalın karnı doyunca gözü yolda olurmuş.” Biz de heybelerimizi doldurduk işte o soğuk Pazar günü kelimelerle. Dimağımızdaki yük iyice ağırlaştığından, karnımız da yemekle şiştiğinden artık evin yolunu tutabilmek için yeniden banliyö trenine biniyoruz. Geldiğimiz kadar olmasa da eskice bir tren yine. Banliyö penceresinden garda yürüyen insanların fotoğraflarını çekiyorum boş boş. İstediğim o koşuşturmacayı yakalamak sanırım ya da vakit geçsin ya da geçmesin hep kalsın anısı. Bilemiyorum dönüşte neler düşündüğümü. Sirkeci’ye yaklaşırken Topkapı’nın denize nazır heybetli yapısını yakından görmenin mutluluğuyla doluyor içimiz. Ve Sirkeci Garı’na giriyoruz. Peronumuz yine iki. Zaten ikinin de ayrı bir asaleti var değil mi? İki olmanın güzelliği.

Varışları sevdiğim kadar ayrılışları da sever oldum. Belki de, elimiz mahkûm bir gün herkesten, her şeyden ayrılacağımızı kabul ettiğim günden beri. Geldiğimiz yolları tersine yürüyerek istasyona çıkıyoruz. Sessiziz, bilmem yorgunluktan, bilmem soğuktan, bilmem tokluktan… Her ne olursa olsun bir şeyler biterken sorduğum o meşhur sorumu fısıldıyorum kendi kulağıma “tekrar yapar mıydın?” Cevabım mı? Bakınız fotoğraflara, bakınız yazıya…


Bu yazı da böyle bitti işte. Sonunda “son” yazmayan bir gezi yazısı. Çünkü daha ilk gezimiz, çünkü daha kenarında “yeni” yazması gereken bir köşenin sahibiyiz. Bir noktadan iki kalem geçirmeye çalışan bir ikili. Zeki-Metin ya da Cenk-Erdem olmasak da umarım dört gözümüz, çektiğimiz fotoğraflarımız, bize yardımcı olan Kadriye Soysal’ın fotoğrafları ve iki kalemimizle yeterince anlatabilmişizdir Samatya’yı. Tekrar gelip gelmeyeceğimizi zaten Ceyda neredeyse açık açık söylemiş. Demek ki İBB Şehir Rehberi’nden nokta gibi gördüğüm Samatya’ya iki kalemle bir işaret koymalı!

Bu noktadan iki kalem geçti bile!
(Boo! Dergi - Sayı 29 - Mayıs 2008)

Hiç yorum yok: