7 Eylül 2008 Pazar

Suadiye - Caddebostan... Haziran 2008

İstanbul dediğimiz iki ayrı dünya. Tepeden çekilmiş her fotoğrafta, eski fotoğraflarda iki sevgili arasında oluşmuş beyazımsı duran çatlaklar gibi bir yer var: İstanbul’un en saf yeri, boğaz. İki yaka, iki yakayı birleştiren iki köprü. Maalesef ilk yolculuğuna Samatya diyerek başlayan, içinden ray geçen semtleri yazan bizim için kötü bir durum iki kıtayı rayların da bağlamaması.

O iki dünyada da bir süre yaşamış biri olarak ben derim ki “ Bir parça özlem iyidir.” Varsın Sirkeci’ye gelince ya da Haydarpaşa’ya, bir anda bitiversin yol, kalakalalım. Çünkü bazen durmadan, düşünmeyi akıl edemez insan. İki sevgili gibi, iki yakanın da-arada bir de olsa- birbirlerine karşıdan bakmaları iyidir. Bak ben de durunca düşündüm de Şener, belki içinden ray geçen semtlerden sonra, kıyısına dalga vuran semtlere el atarız ha, hoş olmaz mı?

Yakında açılacak tüp geçidi umutla bekliyoruz. Peki ama tüp geçit yapılana kadar Anadolu Yakası’nın güzel semtlerini anlatmayacak mıyız? Tabi ki anlatacağız! Birimiz Fulya’da birimiz Bostancı’da yaşayınca elimiz mahkum her iki yakayı da anlatmaya. Bu nedenle biniyoruz bir otobüse, geçiyoruz Bostancı’ya Ceyda’nın yanına. Gezi öncesi bir kahvaltı faslımız var ki dillere destan aslında. Ceyda ev sahipliğindeki kahvaltı hem masadaki güzellikler, hem de yaptığımız muhabbet nedeniyle mükemmeldi. Üzerine bir metin yazılacak kadar çok fikir, düşünce, bilgi geçti. Ki onu anlatmaya başlasam bir türlü bu gezi yazısını anlatamayacağız. Bu nedenle sonsuz teşekkürlerle doğrudan mevzuya giriyorum. İşte yine bir geziye başlıyoruz!

Aslında Şener’in aklından geçen Bostancı’yı dolaşmak ve anlatmaktı. Ama ben türlü bahaneler buldum. Esas nedenine gelince, uzun süredir olmasa da Bostancı benim yaşadığım yer ve çok çeşitli hallerime şahit ama benim elim de boş sanmayın. Kısacası biz bir anlaşma yaptık efendim; şimdilik birbirimiz hakkında konuşmak yok. Seneler seneler sonra belki…Suadiye de ayrıca hiç fena bir nokta değil kalemlerimizi geçirmek için. Şener ve Kadriye Avrupa yakasından Bostancı’ya otobüsle gelmiş olsalar da, deniz otobüsü ve dolmuş da tercih edilebilecek araçlar arasında. Ama şayet Anadolu Yakası’nın içinden kalkıp gelecekseniz ben tren tren tren derim.Özellikle “Haydarpaşa, Söğütlüçeşme, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı” hattını şöyle arkanıza yaslanarak, gözünüzü dört açarak bir defacık da olsa bir geçmenizi tavsiye ederim. Noktayı koydum ama bu kadar övgü üstüne iki çift laf etmeden sonraki paragrafa atlamak olmayacak. Ben de o sabah fark ettim ki, kahve gibi yemek de bahane…İnsanın kafası karışıyor, “lezzetli” sıfatı yemeklerin mi yoksa sohbetlerin mi önüne gelmeli?

Suadiye, üç farklı yönden gezilmeye açık bir semt. Minibüs caddesi, sahil yolu ve ikisinin ortasından geçen Emin Ali Paşa Caddesi. Biz bu ortadaki caddeyi tercih ediyoruz. (Dördüncü bir yol daha var; E5 ama pek de gezilesi değil malumunuz) Emin Ali Paşa Caddesi, binalar ve ağaçların iç içe geçtiği sıcak bir cadde. Burada ne binalar ne de araçlar insanların üstüne üstüne geliyor. İnsanların gözünü yoran kocaman ışıklı tabelalara sahip iş yerleri de yok buralarda. Bir camcı ve bir kırtasiyeden başka dikkat çeken önemli bir iş yeri yok. Kırtasiye Kirpi’nin de dikkat çekmesinin nedeni önündeki güzel rüzgar gülleri oluyor. Uğur böceğinin kanatları dönüyor, uçarcasına görünüyor. Gelin görün ki dünya yalan söylüyor, annesi babasının terlik pabuç almak bahanesiyle kandırdığı bu uğur böceği şeklindeki rüzgar gülü de pek çokları gibi sadece dönmek zorunda! Onu yere bağlayan demirden bir kurtulabilse uzak diyarlara uçacak belki ama nafile…

İlk olarak üniversitede okurken nasıl bir yer olduğunu çok merak edip de gelmiştik arkadaşlarla Anadolu Yakası’na. Yabancı yerler ve insanlar, dünya bir araya gelip aksini de söylese zordur tanıyıncaya kadar. Biz de zoru kolaylaştırmak için, birer günlük akbil almış ve Kadıköy’deki ana otobüs duraklarından ne kadar ring otobüsü varsa hepsine sırayla binmiştik. Şimdi aklıma geldikçe ağzımın yayılmasına engel olamıyorum. Oysa sonraları öğrendik ki Kızıltoprak-Bostancı hattı boyunca Anadolu yakası aslında nota defterlerindeki birbirine paralel beş çizgiden farksız bir yapıya sahip. En altta Sahil yolu, bir üstünde Bağdat Caddesi, onun üstünde Minibüs Caddesi ve en üstte E-5. Diller, yerler, insanlar,… bu tip şeyleri kendini güvene almak için formulize etmek ister insan ama beklenmedik bir tavır, bir çıkmaz sokak, diğerlerinden farklı çekilen bir fiil planlarınızı alt üst eder. Bu yüzden eşittirlerin karşısını boş bırakıp anlatmaya devam ediyorum. Herkes sürprizini tek başına yaşasın diyerek, keyfi de öyle çıkıyor zaten. Emin Ali Paşa Caddesi bence çok görmüş geçirmiş bir cadde. Hele bir de günlerden Pazarsa, etraf sakin ve sessizse, sanki mahallenin en kıdemli amcasıyla karşılıklı oturmuş gibi hissediyor insan kendini. Yolu iki taraflı gölgeleyen ağaçların arasında kalan düz yoldan geçen bir iki araba var. Biz de bunu fırsat bilip yolun bir o tarafına bir bu tarafına geçiyoruz fotoğraf çekmek için. Suadiye’nin balkonları birbirleri ile yarışıyor adeta. Çiçek çeşitleri, düzenlemeleri, süslemeleri ve rengarenk rüzgar gülleri. Dükkanını açan bir iki esnaf var. Biri de kırtasiyeci amca. Önce anlamıyor neyin fotoğrafını çekmeye çalıştığımızı, neyse bu sorunun cevabını bulması uzun sürmüyor da asıl zor soru neden çektiğimiz? “150 YTL istiyorum.” diyor gülerek. Amcaya diyorum “Bir yanlışlık oldu asıl sen bize 150 YTL vermelisin, gelecek ay Boo Dergi’de senin kırtasiye” Umarım kaybetmemiştir küçük bir kağıda yazdığımız adresi, okuyorsa selamlar!

Cadde sonunda kaldırım kenarındaki çiçeklerle bir kez daha rengarenk görünüyor her yer. Biz, yola devam edip tren raylarına yaklaşıyoruz. Alttan araçlar geçiyor, üstteki köprü ise trenin. O sırada tren hızla geçip gidiyor, fotoğraflıyorum o anı. Fotoğrafta her şey sabit, trense gittiğini belli edercesine akıcı. Anlıyorum ki, ya da bir kez daha farkına varıyorum, biz onca kalabalık sokaklar içinde geçip giden insanlar birbirimizi de bu treni gördüğümüz gibi görüyoruz. Netlik adına hiçbir şey yok. Geçip giden, birbirini tanımayan, tanımaya fırsatı da olmayan bir güruh. Trenin tam olarak net bir fotoğrafını çekmek için onun hızında bir arabayla yanındaki caddeden takip edebilirim. Peki ya bu sefer diğer nesneler ne olacak? İnsanların da birbirlerini görüp aynı hızda aynı yolda koşmasına aşk ve sadakat denilebilir sanırım. Gözün ‘o’ndan başkasını görememesinin nedeni de trenle benzer olsa gerek. Şu aşk dedikleri şey bunun için mi insanın tüm bağını koparır dünyadan? (…) Ah bu trenler, yine benim neler düşünmeme, konudan sapmama neden oldular. Cevapsız sorulara cevap aramak… Sustum.

Büyük dört yol ağzına geldik. Aşağıya doğru olan ok “Bağdat Caddesi” diyor. Yukarı doğru olan “Minibüs Caddesi” ileri doğru olan “Erenköy” ileriyi seçiyoruz. “Emin Ali Paşa Caddesi” diyen arkamızdaki ok silikleşiyor. Ama o gözden kaybolmadan bir şeyler daha demem lazım. Benim gibi filmlerde bile ana karakterlerin yanında yardımcı karakterlerin de oturmasını kalkmasını, noktasını virgülünü merak edip takip edenlerdensiniz, Emin Ali Paşa Caddesi’ne çıkan sokaklara da mutlaka bir kafanızı uzatın. Özellikle denizden tarafta kalan, tren yoluna kadar inen sokaklar, çeşit çeşit kocaman ağaçları, tüylü, miskin, şişman kedileri, sayıları çok olmasa da az katlı alçak apartmanları ve bahçelerindeki türlü güzellikteki çiçekleriyle adımlayanlara huzuru tarif ediyor hem de benzetme yapmadan! Biz bu sokaklardan birinden değil de Erenköy istikametine doğru biraz daha yürüdükten sonra tren yoluna inmeyi seçiyoruz. Aslında itiraf edelim seçmiyoruz, Camiyi ararken kendimizi burada bulduk. Sokaklarda soru soracak çok fazla insan yok. Kız kardeş olduklarını tahmin ettiğimiz orta yaşlı ama oldukça dinç ve bakımlı iki İstanbul hanımefendisi bize yol gösteriyor. Yeri gelmişken bunu üstüne bastıra bastıra söylemeli; Suadiye ve çevresindeki semtler, saçları beyazlamış, yüzleri kırışmış, boyları kısalmış ama başları/zihinleri/fikirleri hala açık olan Cumhuriyet hanımefendi ve beyefendileri ile dolu.

Trenli üst geçitten gerisin geri biraz yürüyüp ilk sokaktan sağa dönüyoruz. Sokağın sonuna vardığımızda Suadiye’nin görülmesi gereken iki önemli yapısı karşımıza çıkıyor. Bunlardan iki sokağın solundaki Suadiye Cami. Sultan 2.Abdülhamit zamanında dönemin Maliye Nazırı olan Reşat Paşa tarafından kızı Suad hanım adına yapılmış bu cami. Zaten cami gibi bu semt de adını Suad Hanım’dan alıyor. Caminin avlusuna giriyoruz, etrafa bakınıyoruz. Dikkatimizi bir seyyar eskici çekiyor. Aldıkları ilginç şeyler doğrusu; arabasının üzerine yazdıklarına bakılırsa pul, resim, dolmakalem, madalya, kartpostal alıyor. Tarih satın alıyor, tarih taşıyor. Açıkçası tarihiyle yüzleşmek yerine tüm hatıralarından uzaklaşmak isteyen, kendine kaçak yaşayan insanların tüm hatıralarını parayla taşıyor. Zor zanaat…

Bu caminin sırrını ben hala çözemedim. Nesi beni bu kadar cezp ediyor? Cami oldukça eski, 1905 yılında yapılmış. Ama şimdilerde nitelikten çok niceliğe önem veren zihniyete ders verir güzellikte. İnsanı ürkütmeyen, adeta avlusuna davet eden alçak ve işlemeli duvarları var. Avlusu deseniz, kafanızı dinlemek istediğinizde kitabınızı alıp oturabileceğiniz sakinlikte ve tarafsızlıkta.

Caminin içine mevlit okunduğu için giremiyoruz. Ancak kapı aralığından bile içerinin güzelliği aşikar. İmamın –kendi üslubunu katarak- okuduğu “Sarı Çiçek” insanı büyülüyor. Daha sonra bir gün Ceyda, caminin içini de görmek ve imamla konuşmak için tekrar gitmiş, detayları ondan almak daha doğru olur.

Caminin zerafeti “Sarı Çiçek” in berrak okunuşu ile birleşince bambaşka bir şey oluyor. Ne olduğunu anlatmam çok zor, tek diyebileceğim “sarı çiçek”in benim için çok sevdiğim babaannem demek olduğu! Geziyi yaptığımız gün caminin çevresini doya doya turluyoruz ama giremediğimiz için içi içimizde kalıyor. Bir sonraki haftasonu camiye tekrar gidiyorum. Daha sakin bir gün. Caminin içi de en az dışı kadar büyüleyici. Caminin dört köşe olan bahçe duvarının her köşesinde bir küçük kulübe var. Küçük kulübe dedim, haksızlık ettim çünkü bunlar da camiyle aynı mimariye sahip, üzerlerinde büyük el emeği olduğu belli ve ayrıca camiye bambaşka bir hava katıyorlar. Bunların ne amaçla yapıldığını imama soruyorum. Şu anda depo olarak kullanılan bu dört kulübenin caminin yapıldığı dönemlerde ayrı ayrı, hayrat, abdesthane ,imam odası, olarak kullanıldığını söylüyor.

Caminin duvarlarını çevreleyen sokaklardan biri, bizi giriş kapısına ulaştıran malum sokak. Bir diğeri ise tren rayları ile bu sokağı dik kesen duvarlar arasında kalan daracık ve kısacık bir yol. Adı: İclal Karabekir Sokak. Yaklaşık yirmi beş metre uzunluğunda, dar bir sokak burası. Üzerinde hiçbir şey yok. Sokaklara isim vermeseler diye düşündürtüyor adama açıkçası. İnsana değerli olduğunu göstermek için böyle bir sokağa ismi verilse ne olur ki? Peki ya bir çıkmaz sokağa verilse? Halimiz hep trajikomik…

Şener’le burada yollarımız ayrılıyor. Ben burayı başka bir yer ararken tesadüfen bulduğum o ilk gün ilgimi en çok çeken şeydi bu tren yolu ile cami arasında kalan daracık sokak. Hatta o kadar ki merakımdan eve gider gitmez İclal Karabekir’in kim olduğunu araştırdım. Benim kadar meraklılar için; İclal Karabekir Kazım Karabekir’in eşi imiş. Birlikte uzunca yıllar Erenköy’de bir konakta yaşamışlar. Bir şeyin ucundan tutmaya görün, devamı gelir de gelir…Bu hikaye de uzayıp gidiyor ama burada anlatmaya kalkarsak sanırım önce bu ayın en çok yazanı ünvanını bize verirler de sonrasında ne yaparlar bilemiyorum. Daha ikinci yazımızdan göze batmayalım iyisi mi. İsteyenler efendim kendi başlarına çeksinler bu hikayenin ucunu…

İclal Karabekir Sokak ile bizi camiye getiren sokağın birleştiği yer aynı zamanda bitim noktaları da oluyor. Tam burada bizi trenin böldüğü iki bölge arasını birleştirmek ve Mücahit Sokak’a geçmemizi sağlamak için bir alt geçit var: Feride Geçidi. Vakti zamanında bu noktadan tren yolunu geçmeye çalışırken hayatını kaybeden Feride Cıva’nın anısına yapılmış. (Feride Cıva ismini daha önce hiç duymamış pek çok kişi. İnternette de aradığınızda –eğer bulduğum doğru kişiyse- yetmişli yıllarda kendine özgü müzikler yapan bir grubun temel taşı olduğunu öğreniyorsunuz. Şarkılarını bulamasam da şarkı isimleri bile döneminin çok çok ilerisinde ve farklı olduklarının kanıtı gibi.) Feride Geçidi, dar ve kısa bir alt geçit olduğu için eğimli yapılmış zemin, basamak kullanılmamış. Her ne kadar yapısal olarak niteliksiz gibi görünse de bu iki sokağı bağlamanın en kolay, kullanışlı e göz yormayan şekli. Malumunuz, Türkiye şehirciliğinde üst geçit tutkusu yoğundur. Oysa ki insanlardan önce merdiven çıkmayı beklemek aptallıktır, çünkü insanların gözünü korkutmuş olursunuz bitmeyecek gibi görünen basamaklarla. Maalesef alt yapının düzensizliği, üst geçidin daha kolay yapılabilir olması nedeniyle tercih ediliyor. Şehirlerin görünümleri baltalanıyor. Geçit, süslü duvarlara sahip, ‘graffiti’lerle bezeli. Bu sırada yanımıza bir kadın yaklaşıyor. Garip, gizemli. Ajan olmasından korkuyorum, deli olmasından korkuyorum, onu yazmaktan korkuyorum. “İyi ki devamını yazabilecek, aynı noktadan geçen bir italik kalem benim yazdıklarıma eklemelerde bulunacak.” diyerek sözü Ceyda’ya bırakıyorum.

İtalik kalem yetti geldi, geldi de ben de yazarsam gerçek olacağından korkuyorum. Çünkü o kadın gerçek miydi? hala emin değilim. Fotoğraf çekerken usulca sokuldu yanımıza “Çekin tabi de beni çekmeyin…” dedi. “…Onlar çalışıyorsa biz de çalışıyoruz yani” diye ekledi büyük siyah güneş gözlüklerini gözüne tekrar yerleştirirken. Ha bir de dedi ki “Özellikle poşetimi çekmeyin, içindekiler! görülmesin” Biz sadece dinledik, bir şey diyemedik. Sonra üzerinde “Tansaş” yazan poşetini sallayarak uzaklaştı. Belki sadece ekmek ve gazeteydi içindeki ama çekmek aklımızın ucundan geçmeye cesaret edemedi! Küçük bir çocuk olsaydım belki sırf Feride Geçidi’nin girişinde gördüm diye rüyama girerdi o kadın. Çünkü bence geçit bir masal kitabının içinden çıkmış gibi büyülü bir havaya sahip. Duvarlarındaki çizimler, üzerinden geçen trenler, kısacık bir karanlığa doğru inen hafif eğimli bir yokuş ve karanlıktan aydınlığa doğru yürüyüp kaybolan “Tansaş” poşetli insanlar...

Geçidi geçer geçmez kendimizi bir cümbüş içinde buluyoruz. Mücahit Sokak’ta Suadiye Gönüllüleri’nin etkinlikleri var şansımıza. Bahçe mobilyaları, balkon ve evcil hayvanlar üzerine standlar, sokakta her tarafı saran balonlar ve müzik… Sokağın diğer ucu Bağdat Caddesi’ne çıkıyor. Yani aslında bu etkinliklerin başlangıcı sokağın cadde girişi ve yöneten grup da orada bulunuyor. Birbirinden sevimli Suadiye sakini hanımlarla konuşuyoruz. Bize yaptıkları bu güzel çalışmayı anlatıyorlar. Biz de onlara seyahatimizi. Suadiye’nin gerçek sakinlerinin hafta sonu burada durmadığını, ancak “tiki tiki kızlar”ı ve “tiki can erkek”leri görebileceğimizi söylüyorlar. O sokaklarda oturan insanlar yerine gelip geçen insanları görmek gerçekten pek hoş değil; üstelik bu gezilerin keyfi de halk ile konuştukça daha bir katlanıyor. Bu arada ‘Suadiye Gönüllüleri’ semtlerini güzelleştirmek için ödüllü “En güzel balkon yarışması” tertip etmişler ve bu etkinlikle de yarışmayı başlatmışlar. Sonuçlanmasını, kazanan balkonun fotoğrafını görmeyi heyecanla bekliyoruz biz de. Mail adresimizi verip,onlardan da broşürlerini alarak ve tekrar görüşmek üzere diyerek ayrılıyoruz yanlarından.

Sürprizler bir gezinin tadı tuzudur. Ama maalesef sürprizin iyisi kötüsü olmaz! Yani ne çıkarsa bahtınıza. Biz şanslı günümüzdeyiz. Bir anda kendimizi balonlarla süslü bir sokakta, sağlı sollu standları dolaşan insanların arasında bulduk. Böyle bir etkinlik olduğundan hiç haberimiz yoktu. Sokak kısa da olsa, bir anda keyiflendik. Hele de etkinlik masasındaki “Suadiye Sakinleri” ile laflayınca. Bir insanı tanımak için ona kendini anlattırın diyeceğim ama Suadiye vekaletini kendisi için canla başla uğraşan bu hanımlara vermiş anlaşılan. Onlar anlatıyorlar sonsuz bir enerjiyle; elleri ile hayali tırnaklar içine aldıkları “tiki” leri de anlatıyorlar, Suadiye’nin gerçek sakinlerini görmek için haftaiçi gelmemiz gerektiğini de… Masalarındaki broşürlerden birer tane alıyoruz. CKM’de (Caddebostan Kültür Merkezi) yapılan etkinliklere büyük bir samimiyetle davet ediyorlar bizi. Bu neşeyle, bu enerjiyle başaramayacakları şey yok, ben inandım da bu “sakin” lafını yakıştıramadım bir tek. Şöyle daha kıpır kıpır bir şey olsa, fena mı olurdu?

İşte caddedeyiz. Sormadan, bulmaya çalışmadan Bağdat Caddesine istemsizce geliveriyoruz. Ancak kalıcı değiliz, Fenerbahçe orkestrasından marş dinleyip, günün akşamındaki son maçı düşünüyorum. (Neticede Galatasaray sezonu şampiyon kapatıyor, Fenerbahçe’de taraftarının gönlünde şampiyon kalıyor.) Yolculuğumuzun yemek ve sonrası kısmına konuk olarak Ceren’i de alarak seyahate Ceren-Ceyda-Kadriye-Şener olarak devam ediyoruz. Caddede bir büfeden ‘kaşarlı dürüm döner’ ve portakal suyunun keyfine varmayı lüks mekanlara tercih ediyoruz. Ardından da ilk sokaktan Caddebostan Sahil’e doğru ilerliyoruz.

Bağdat Caddesi başlı başına bir yazı konusu. Bu cümleyi okuyunca birçoğunuzun aklına nelerin geldiğini aşağı yukarı tahmin edebiliyorum. Ama bence bu cadde önyargılardan uzak keşfedilmesi gereken bir yer. Ben yolunuz bu taraflara düşerse özellikle cadde ile sahil arasında kalan sokaklara inmenizi öneriyorum. Çıkmaz sokakları eğlenceye dönüştürüp yeşilin ve sessizliğin tadını çıkarın. Tabi dikkat ettiğiniz her ayrıntı size keyif olarak geri dönecektir, bunu da aklınızda bulundurun. Ağaçların arasında gördüğünüz “Vapur Yolu Sokak” tabelasını “Allah Allah burada vapurun ne işi var?” diyerek takip edip de sahildeki Suadiye otobüs durağına çıkınca ne demek istediğimizi anlayacaksınız eminim.

Orta Anadolu’da yaşamış bir insan için İstanbul’da geçerli önemli bir kuraldır bu: Kaybolduğunu hissedersen denizi gördüğün yöne doğru yürü! Her yol denize doğru çıkar, deniz kenarı seni istediğin yere elbet götürür. (Paran varsa ikinci kural da şudur: Yürünmeyecek gibiyse, taksiye bin ve en yakın noktaya sürmesini söyle.) Bağdat Caddesi’ni bölen her sokak da denize çıkıyor. Eminim oradaki her sokağın, sokak isimlerinin pek çok hikayesi vardır ama benim şimdilik tek isteğim denize ulaşmak oluyor.

Caddebostan Sahili güzel, keyifli. Bir yandan bisikletli insanlar pedalları çevirme gayretinde, bir yandan da yürüyenler muhabbet halinde. Yelkenliler görüyoruz, gökyüzü de bulutlu olunca kartpostal edasıyla duruyor karşımızda. Uzun uzun yürüyoruz sahilde. Anlıyorum bir kez daha, İstanbul’un bu kısmında yaşamalı!

Sahil benim dostum, sırdaşım. Belki böyle düşünen sadece ben değilim ve belki de bu yüzden sahilde herkes daha bir kendisi gibi ve ben bunu seviyorum. Yürüyenleri, oturanları, çiftleri, tekleri, bisikletlileri, yelkenlileri ,kaykaylıları, uçurtma uçuranları, yeni yürümüş bebekleri, gamsız kedileri, onların peşine düşen köpekleri, hem uzak hem yakın adaları ile sahili Suadiye yazısının yamacında anlatmak zor ve dostuma yapacağım büyük bir haksızlık olur. O yüzden bu kısacık girizgahımın ardına üç noktamı koyuyorum…

Yolculuğumuzu yeniden bir sokak ile Bağdat Caddesi’ne çıkarak tamamlıyoruz. Bunca tatlı manzara insanın kan şekerini düşürüyor sanırım. Şöyle güzel bir pasta yemek güzel olmaz mı? Bu gezinin son noktasını Özsüt’te pastalarımızı yerken, ben pastaya “üç silahşörler” ise ayakkabıcı Faysal’daki vitrine dalarak koyuyoruz. Neticede birimiz dik, birimiz italik olsak da noktamız yine aynı nokta ve önemli olan da zaten aynı noktada birleşebilmek. Yazanlar olarak, toplum olarak, dünya olarak… (Suad Hanım Çiçeği’nden olacak “çiçek çocuklar”a benzedi kapanış söylemim.)

Güzel bir günün ardından bir noktayı daha gönül rahatlığıyla işaretleyebiliriz İBB Şehir Rehberi’nde. Gönül rahatlığıyla diyorum ve “tekrar yapar mıydım?” diye sormuyor bu defa kendime çünkü ben bunu zaten sık sık ve çok da severek yapıyorum.

(Boo! Dergi - Sayı 30 - Haziran 2008)

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok güzel bir yazı olmuş.Kaleminize sağlık..

nailcan dedi ki...

MERHABA
SUADİYE HAKKINDA YAZILANLARI ZEVKLE OKUDUM. BU ARADA SUADİYE SUADİYE ADIYLA BİR KİTAP ÇIKTIĞINI, SÖZÜ EDİLEN YER VE MEKANLAR HAKKINDA ESERİN İÇİNDE AYRINTILI BİLGİ BULABİLECEĞİNİZİ (TABİİ DOĞRUSUNU) SÖYLEMEK İSTERİM. KİTAP HALEN KİTAPÇILARDA SATILMAKTA, HATTA İKİNCİ BASKISI DA YAPILMAK ÜZERE. YAZARIN ADI CÜNEYT ALTUNÇ. KENDİSİ YAKLAŞIK 50 YILDIR SUADİYE'DE. HEM DE AYNI SOKAKTA. YAYINEVİ HEYAMOLA...
SEVGİLER