8 Nisan 2009 Çarşamba

Kadıköy... Ocak 2009

Bir zamanlar, hani sadece TRT varken bir pazar programı vardı, saat iki gibi başlar akşamlara kadar sürerdi; şarkılar türküler oyunlar. Ulvi bir görevi vardı programın sıkıntısını insanlara hissettirmeden pazarı tüketmek. Zaten o bitince de “Banyonu yaptın mı, ödevlerin tamam mı, çantanı yerleştirdin mi?” ler başlardı ki hala bazen her şeyimi yanıma almış olsam da işten çıkarken bir şey mi unuttum vesvesesinin tek suçlusu onlardır bence. Celal Şahin, bu pazar programının bir parçası olmuştu. Akordeonu ile çıkardı, pek neşeliydi. Aklımda kalan tek parçasıdır “ Pazar gezmesi, badem ezmesi.”. Bu kadar gereksiz -gibi görünen- şeyi size neden anlattım? Mantıklı bir cevabım yok, sadece bugünün sonunda aklıma ilk gelenlerdi bunlar. Bugün hava soğuktu ve basiretsiz bir yağmur vardı, yağdı mı yağıyor mu yağacak mı belirsiz, kararsız. Belki de tüm bu nedenlerden bu gezimiz daha bir koşar adım oldu, daha az insanla sohbet etmek geldi içimizden, gözümüz içerlerde kaldı. Ne diyelim Kadıköy’ün kısmetinde de böyle bir kış gününde gezilip yazılmak varmış.

“Kadıköy’e köy diyenin, Nevşehir’e şehir diyenin…” diye söylenegeldiği gibi köye benzemeyen, neye benzediğini de kestiremediğim bu yer kışlık gezimizin yeri oldu. Dar alan, bir sürü mekan… Anlatılacak çok şeyi olan Kadıköy’ün bazı satırbaşı noktalarını işaretlemeye başlıyoruz!

Eski Kadıköy Postanesi’nin önünde buluştuk Şener’le. Baylan Pastanesi ve Ali Muhiddin Hacı Bekir’in karşı karşıya durduğu sokaktan yukarı doğru çıktık. İkisi de iki ayrı güzellik, içleri de dışları da yakar adamı. Hele de benim gibi pasta/tatlı konusunda eski yer merakınız varsa. Bunlarla kalsa iyi Kadıköy’ün tatlı hazinesi, az yukarda Komşu Fırın ve Beyaz Fırın ve Şekerci Cafer Erol. Şener ben sabaha kadar yazarım, gel kurtar okuyucuyu.

Ben karşının öğrencisiyim. Haliyle Kadıköy’de nerede buluşulur bilmem. Bildiğim bir tek Kadıköy’deki Beşiktaş İskelesi, o da öte yakadan beni buralara taşıdığı için. Şimdi yerinde bile olmayan bir postanenin önünde buluşmak zordu bu nedenle. Bu zorluk aşılıp Ceyda ile gezmeye başladığımızda daha büyük bir zorlukla karşılaştık. Hepsi de birbirinden güzel vitrinlere sahip pastacılar, şekerciler, fırınlar… İnsan hepsine girmek, hepsini yemek istiyor doğrusu. Vitrininden bakıp duran ciğerci kedisi olduk biz, hiç birine giremedik. Dışarıdan fotoğrafladık hepsini. O arada yine “Beni de çek” diyen –delimsirek- bir teyzenin yoğun baskısına maruz kaldık. Ve yine birbirimize “Deli deliyi çekiyor işte!” deyip gülüştük çoğu gezide başımıza gelen bu duruma.

Nedense Kadıköy’e gezimizin yazısında deme ihtiyacı hissettim (Aslında tüm gezilerimizi ilgilendiriyor tabi bunlar..) Biz gezdiğimiz yerleri her şeyi ile dört dörtlük bilmiyoruz , bu imkansız zaten. Bunun için o yerin yerlisi olmalı insan. Biz sadece bu kadar zamansızlığın içinde kendinize zaman yaratıp bizim gibi bir gün içinde gezip keşfedebileceğiniz belki de çok yakınınızda olan içinde neler olduğundan habersiz olduğunuz yerlere daha alıcı/gezici gözle bakmanızı sağlamak.

Zaten onun için bildik gezi yazılarının “ne yenilir, nereden gidilir” gibi başlıkları bizde yok. Onun yerine semtin sakinleriyle konuştuklarımızı yazıyoruz. Kadıköy, sakinlerini gösterecek kadar sakin bir semt olmadığından, bizim dikkatimizi çekenler de aslında buranın kökleşmiş esnafları, dükkanları. Tek tek anlatmasak da oradalar hepsi keşfetmeniz için. Samatya’nın Rokacı Hayri’si, Yeşilköy’ün Turşucu Göksel Abi’si gibiler, kocaman tabelalarda Baylan yazsın, Mercan yazsın ne fark eder.

Elbet Kadıköy’ü gezmek de bir güne sığmaz. Ama farz edin ki bir gününüz var, neler kalırdı aklınızdan Kadıköy’e dair? Benim aklımda kalan Kadıköy’deki esnaf dağılımı. Burada her işin ehlini bulmak mümkün sanki. Bir yerde kokoreççiler, balıkçılar, diğer tarafta aktarlar antikacılar, çantacılar, ayakkabıcılar, kuyumcular…

İlk alışveriş merkezi bir çıkmaz sokakta farklı dükkanların yer almasıyla başlamış. Böylece sokağın açık ucundan giren çıkana kadar tüm mağazaları görmüş olurmuş. Sonrasında bu çıkmaz sokak büyümüş, L şeklini almış, sonra O olmuş, sonra sokağın üstü kapanmış, derken kat çıkılmış ve bildik alışveriş merkezi halini almış. Kadıköy de böyle, Cevahir’den farkı yok mesela. Benzer ürünleri satanlar aynı bölgede. Üstelik burada da her sokak bir başka sokağa açılıyor, insanı bu sokaklar silsilesinden çıkmamaya zorluyor. En büyük fark burada pazarlık yapılabiliyor. Küçük esnafın en güzel farklarından biri...

Biz tatlıcıların güzergahından yapınca açılışı kokoreççiler ile devam ettik. Hazzetmeyeni kadar seveni de çoktur bu (kaba tabiriyle) boklu bağırsağın. Ben bazen kokusunu duyunca bile canı çekenlerden biri olarak Kadıköy’de kokoreççilerin sokağından geçerken çeyrek ekmek olsun yemeden geçmeyin derim.

Bir arkadaşımın dedesi, şivesiyle “Ah bu koki bu koki, yediriyor bu koki!” dermiş kokoreç için. Arkadaşıma da sirayet etmiş olacak, ona da bu “koki” yediriyor ve biz tatmayı düşünmeyen arkadaşlarını da ikna için yollar arıyor. En sonunda “Çeyreğin yarısını yeyin bari!” diye çıkışmış ve öylece bakmıştım kokoreç tadına. Anladım ki iyi bir ustanın elinden güzel bir yiyecek oluyormuş kokoreç. Onun için diyorum ki; ön yargılarınızı atın, tadına bakın.

Çeyrek kokorecinizi yediniz, sokağın başından sola döndünüz, dümdüz gidip Boğa’dan inen yola çıktınız, bir sağ yaptınız Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin mis kokulu dükkanın önünden geçip balık kokusunu takip edip sağ sokağa döndünüz. Balıkçı tezgahlarından önce Yanyalı Fehmi’nin Lokantası’yla karşılaştınız. “Yanya da neresi?” diye düşündünüz. Daha bu yaz iki haftasını orada geçiren Ceyda kulağınıza fısıldadı; “Yanya (Ioaninna) Yunanistan’ın kuzeyinde, Arnavutluk sınırında, dağlarla çevrili, küçük ama sevimli, Osmanlı’ya dair pek çok şey bulabileceğiniz bir gölün çevresine kurulmuş Yunanlıların ‘Balık yiyecekseniz Selanik’e et yiyecekseniz Yanya’ya!’ lafınının hiç de yanlış olmadığını yediğiniz lezzetli kaburga ile anlayabileceğiniz bir yer.” “Peki Fehmi’nin Yanya’da işi ne?” derseniz, merak gezinin tuzu biberi deriz.

Sahi Fehmi’nin Yanya’da işi ne? Bari bana söyleseydin yahu…

Daracık sokağın içinde yürüdükçe tezgahların üzerine sarkan koca koca ampullerden yayılan çıplak ışık, boy boy, renk renk ışıl ışıl balıklar, üstlerine serpilen sular, birbirine “ Hamsi beş oldu Osman Abi, sende hala yedi yazıyor hadi hamsiye geeel!” diyerek laf atan balıkçılar o sokaktan tekrar tekrar gelme hissi uyandırıyor insanda. Ara ara karşınıza çıkacak aktarları atlamayın aman, her türlü derdinizin çaresi burada; adaçayında, papatyada, zerdeçalda…

Aktarlarda her derdin bir dermanı olmasına hayranım. Bazen acaba dedirtiveriyorlar üstelik... Acaba aşka ya da maddi sıkıntılara da bir dermanları var mıdır? Biz aktarlardan birine girdik ancak adam çok konuşkan çıkmadı. Zaten iki senedir bu işi yapan birinden de bu soruma doğru cevabı bulmak biraz zor olurdu sanırım. Biz de cezerye aldık sadece, damağımızın tadını bulması için.

Bundan sonrasında yazıya da bağlı kalmayın, ya ileri gidin yolla birlikte ya yukarı çıkın ya aşağı inin, hepsinde de görülmeye değer şeyler bulacaksınız. Yukarıda ikinci el eşya satan dükkanları az ilerisinde toptan çantacıları görürsünüz, ilerlerseniz sahaflar, tek cepheli eski konakların yeni sahibi çeşit çeşit kafeler çıkar karşınıza yine otantik yemekleri ile meşhur Çiya’da bu sokak üzerindedir. Sokaktan ayrılamayıp sonuna kadar giderseniz Moda’ya yaklaşırsınız. Aralardan keşfede keşfede yukarılara çıkarsanız en sonunda kendinizi şık bir caddede bulursunuz. Kadıköy’ün meşhur Bahariye Caddesi’nde. Bahariye Caddesi’ne çıkarken bilmem kaçınız dikkat eder ama bir mobilyacının önünden geçersiniz, Ermenidir ustası, ilginizi hissederse koyu ve tatlı bir sohbet kaçınılmazdır. Bir zamanlar Kadıköy’ün nasıl bir yer olduğunu belki de en iyi anlatacaklardan biridir o.

Ermeni ustanın bulunduğu sokağa dönmeden önce öylesine yürüdüğümüz sokakta keşfettik Naftalin’i. “Karmakarışık Dükkan” yazıyordu tabelanın altında ve gerçekten karmakarışık bir vitrini vardı. İrili ufaklı biblolar, arılar, filler, kediler, kuklalar, pörtlek gözler ve daha neler neler… Bir sürü fotoğraf çektim duramayıp. Sonra da iki yanında bir dükkan daha gördük. Daha doğrusu yeşil kepenklerini… Portre için güzel bir arka plan olduğunu düşünüp kendimi Ceyda’nın telkinlerine teslim ettim. “Şimdi son finalden çıkmışsın, iyi geçmiş, mutlusun, ben üç deyince bana doğru dön ve bunu yansıt.” Sanırım kötü geçmiş dese bile sinirli bakamazdım gülmekten. Bir de bar önündeki yaprak şeklinde bir aynadan fotoğraf çekindik ve hala aklımızda sorudur acaba o ayna aslında bir aynalı camdı ve bizi maymun izler gibi içeriden izlediler mi?

Barın aynasındaki eğlenceden sonra sokağı dümdüz devam edip sola döndük ve nihayet Bahariye Caddesi’ndeyiz. Kadıköy’ün en büyük kilisesi olmalı bu caddenin sonundaki ancak diğer ikisi gibi bu da kapalı, içinden tramvay geçen semtlerde bundan yana pek şansımız yok galiba, ne dersin Şener?

Bunca gezide onlarca kilise görmemize rağmen sadece iki tanesini gezebildik. Bu büyük Rum kilisesi de kapı duvar oldu bize. Kadıköy’ün içinde Şekerci Cafer Erol’un tam karşısındaki kilisenin açık kapısını görüp orada da şansımızı denedik. Ancak görevli bizi tersledi: “Burada görülecek bi’şey yok, göremezsiniz, içeride ayin var, görülecek bi’şey yok!” Sürekli aynı şeyleri söyledi, bizi içeri almamak için elinden geleni yaptı soğuk yüzüyle. Belki “Nereden bu kilisede çalışıyorum?” diyen aşırı müslüman bir devlet memurudur bu adam, o zaman davranışı anlaşılır olur.

İstanbul’un ün yapmış caddelerini düşündüm Bahariye’den aşağı inerken. Bağdat’ı, İstiklal’i. Hepsinin ne kadar kendine has görüntüleri, iyi ve kötü huyları var. Bahariye’nin en iyi tarafı bence Süreyya Operası. Gitmediyseniz, görmediyseniz çok şey kaçırmaya devam ediyorsunuz.İstiklal ve Bağdat’a kıyasla Bahariye’nin eksisi ise kısa oluşu ama tam cadde biterken karşıdan gelen tramvay bu eksikliği unutmanıza yetiyor da artıyor hele durağını kaçırmanıza rağmen elinizi kaldırdığınızda duruyorsa.

El kaldırınca vatmanın tramvayı durdurup bizi de alacağını hiç ummazdım. Ama oluyormuş. Güzel de oldu doğrusu. Kadıköy’ü tam tur atmanın güzel bir yolu tramvay. Hele bir de sürekli fotoğrafının çekilmesini isteyen tatlı bir ufaklıkla karşılıklı oturunca daha bir güzel. Gerçi yapıldığı zaman böyle bir nostalji için iki buçuk milyon dolar harcanmasına zamanında oldukça tepki gösterilmiş. Bastığımız akbillerle bu tramvay kendini ne kadar sürede amorti eder, merak konusu. Ama bazen bunları düşünmemek, keyfini çıkarmak gerekiyor hayatın. Bazen arkadaşımın deyimiyle sol kolu omuza kadar kaldırıp sonra da sağ omuza doğru bir parabol çizmek ve bu arada da bir “amaaan” koyvermek gerekiyor. Yani her şeye rağmen Kadıköy-Moda arası ring yapan, sahili, ara sokakları geçiveren bu güzide aracı yapanlara teşekkürler.

Kadıköy’ün en bilindik belki de en ünlü sembolü olan altı yolun ortasındaki boğa heykelinin önünde iniyoruz tramvaydan. Mart’taki belediye seçimlerinden sonra olur da başkanlık el değiştirirse boğayı ineğe mi çevirirler, inek kısmısı sokakta hele de meydanın ortasında durmaz deyip toptan mı söküp kaldırırlar diye tartışırken birden bastırıyor yağmur, sahile doğru iniyoruz koşar adım. Denize yaklaştıkça Kadıköy’ün demirbaşlarından biri de bize yaklaşıyor, Haldun Taner Tiyatrosu. Sağımızdaki Ağa Cami’nin önünden kıvrılıp karnımızı doyurmak üzere ara sokaklardan birine giriyoruz. Sıcacık oturmuş camdan dışarı bakarken yorgun ama mutluyum. Kimi zaman alışverişe, aklımıza estiğinde kokoreç yemeye ya da sinemaya, operaya, tiyatroya diye geldiğimiz Kadıköy’e bugün bambaşka bir nedenle geldim. Şimdi tek istediğim bir tek kişinin olsun yazımızı okuduktan sonra bambaşka bir gözle bakması Kadıköy’e.


İş bu iki yazarlı metin mini bir özetidir Kadıköy’ün. Girilebilecek onca sokağın, keşfedilecek onca dükkanın olduğu bu koca semtin dilimiz döndüğünce ve vaktimiz yettiğince anlatılmış halidir. Kadıköy’ü Kadıköy yapan, insanı oraya bağlayan, tek tek anlatamadığımız dükkanları boş vakitlerde tek tek gezmeli. En azından biz öyle yapacağız. Okurlarımızın da bunu yapmasını istiyoruz. Çünkü Baylan’ın, Ali Muhiddin’in, Yanyalı’nın, hepsinin bir kere tadına bakınca Kadıköy akıllarda gerçek ruhunu bulacak, bu gezi yazısı işlevini yerine getirecek.

Belki bir gün İstanbul’un “marjinal” dükkanlarını da yazmaya başlarız Ceyda ile. Ama şimdilik içinden ray geçen semtlere devam! Kadıköy’den de biri italik biri düz iki kalem geçti işte!

Not: Süreyya Operası’nı daha da büyülü kılan güzel fotoğrafın sahibi arkadaşımız Uğur Eren’e teşekkürler. (http://fotouur.deviantart.com)

Hiç yorum yok: