20 Aralık 2008 Cumartesi

Galata... Kasım 2008

Taksim dünyanın merkezi midir? Peki ya İstanbul’un? Herkes için ayrı bir rüyadır burası, çoğu rüyanın başlangıç noktası. Bir tepenin en ucudur, her yanında ayrı bir yol vardır denize inen… Bir ucunu, Cihangir’i anlatmıştık daha önce içinden geçen finükilerle. Artık diğer vazgeçilmez uca geldik. Tünel-Karaköy arası yüzyıllık metronun hemen üstündeki semt kapılarını açtı bize. Biz de açıyoruz bohçamızı ve anlatmaya başlıyoruz Galata gezimizi!

Esas değişen Taksim olduğundan mı bilmem, onunla ilgili düşüncelerim de sürekli değişiyor. Tanıştığımız günden bu yana seneler, senelerle birlikte aklımdan da türlü şeyler geçti ona dair. Ne ayrılabilen ne birleşebilen aşıklar gibiyiz, zamana bıraktık kendimizi keyfince yaşatsın diye bizi…Hangimizin hırçınlığı uzaklaşmamıza sebep, hangimizin tanıdık dokunuşuyla yakınlaşıyoruz yeniden, orası meçhul, hep meçhul… Ama Galata’yla kırk yıldır bir yastığa baş koymuş gibiyiz; ‘kırk’ ikimize de uzak olmasına rağmen…”Aşk …dır” demeye çalıştığım zamanlarda, aşk kalbimin eriyip kaldırım kenarlarından ona doğru akmasına engel olamayışımdı. Şimdi de İstiklal’in kaldırım kenarlarından Galata’ya doğru akar gibiyim. Gezimiz çoktan başladı, üstelik ne İstiklal’in karmaşası, ne kapalı yollar, ne de kapısı açılmayan apartmanlar/sinagoglar, engel değil akışımıza/aşkımıza…

Galata gezisi için çıkış noktamız insanların Beyoğlu’na karışmadan önceki buluşma mekanları tramvay durağı oldu. Buradan tramvaya binip, İstiklal’i gözlemleyerek gidecektik Tünel’e kadar. Sadece bunu istemiştik ama gezilerimizde olan umulmadık tesadüfler daha geziye başlarken karşımıza çıktı. Askeri üniformalarla, bayraklarla tramvayı bekleyen dört kişiyle karşılaştık. Büyük bir kalabalık etraflarını kuşatmış fotoğraflarını çekiyordu. Sonra tramvay geldi, birlikte bindik ve tabi ki konuşmaya başladık. Dedelerinin Maraş’ta düşmanla savaşanlardan olduğunu öğrendik. Özellikle uzun sakallı amca samimi ve içten sorularımızı yanıtladı. (Yanındaki arkadaşlarından birinin üç yüz yıllık uykudan uyandığını söyledi ki, bu efsane doğru mudur, bilinmez. Biraz da hayatı efsanevi yönleriyle görmek gerekir belki de.) Velhasıl İstiklal Caddesi’nde bize İstiklal ruhunu yaşatan bu yüreği genç insanlara teşekkürler.

Bir gün yolda giderken ‘Alaaddin’in Sihirli Lambası’na takılsaydı ayağım ve içinden çıkan cin “Aah dili olsaydı da konuşsaydı, dediğin üç nesne/yer söyle!” deseydi biri Taksim tramvay durağı olabilirdi. Dedeleri görünce Şener’le birbirimize baktık ve gülümseyerek “İşte başlıyoruz!” dedik. Hikayeleri insanlar yazsa da onları kuran hayattır aslında. O zaman belki de şöyle demek en doğrusudur “Hikayeleri, fark edenler yazar.” Ama gelin görün ki, Taksim’in her yeri hikaye! Fark edememek olsa olsa bahane!J Biz tramvay durağında fark ettiğimiz bu hikayeyle birlikte tam meydanın ortasından zamana meydan okuyarak Galata’ya süzülen tramvaydayız şimdi. Geçmişten kalma hallerimi, içerisinde az sayıda kişi için yer olması mı bilmem insana kendini özel hissettiriyor. Kafalarını camdan dışarı uzatıp kendini rüzgara bırakan yeniyetmeler gibi şen ve umursamaz yapıyor insanı!

Son durak! Yer üstündeki tramvay raylarının yerini az ilerde yer altından giden yüz yılı deviren metro sistemi alıyor. Bizse yer üstündeki hayatın ritmine ve sokakların kıvraklığına kaptırıyoruz kendimizi. Galata Mevlevihanesi tabelasının gösterdiği yöne Galip Dede Caddesi’ne giriyoruz.

Geçenlerde kendi aramızda konuşurken tekrar hatırladık, 8-9 sene öncesinde Galatasaray Lisesi sanki İstiklal Caddesi’nin sınırına konulmuş heybetli bir muhafız gibiydi. Galatasaray Lisesi’nden sonra ikinci kısmına geçerdiniz İstiklal’in; daha sakin, daha kendi halinde, kimbilir belki de daha az insanla paylaştığınız için onu daha huzurlu hissederdiniz kendinizi. Bu huzur artar artar ve tünelin görünmesi ile birlikte tepe noktaya ulaşırdı. Tramvaydan inerken bunları düşündüm. Artık öyle değil. Yine de eskiden kalma bir hisle, tüneli görmek hala mutlu ediyor beni.

Caddenin hemen solunda Mevlevihane yer alıyor. (Ayrıca Divan Edebiyatı Müzesi olduğunu da belirtmeli.) Eskiden burada her ayın üçüncü Pazar günü semah yapılırdı. Mevlevihane restorasyon çalışması için kapatılınca, semah gösterileri AKM’de yapılmaya başlandı. Ancak ne yazık ki şu an ikisi de kapalı. Birinin nedenleri malum, peki ya Mevlevihane neden hala kapalı? Açıkçası söylemek gerekirse 2007 yazında gittiğimde kasım ayında açılacağı, bu yılın başında gittiğimde ise 2008 Kasım yazıyordu. Şimdi ise hiçbir şey yazmıyor, hala kapalı…

Gezi güzergahına karar verdiğimizde Mevlevihane’nin kapalı olabileceğinden korkmuştuk. Korktuğumuz başımıza geldi. Biz yine de bir yokladık aralık kapısını. Asma kilidin zinciri gerilinceye kadar içeri doğru açıldı kapı sonra da pat diye durdu. İki kedi geçti aralıktan. Bir iki kişi daha yokladı kapıyı biz ordayken. Duvarda asılı olan tabelaya baktım, bir zamanlar Mevlevihane’ye giriş ücreti olarak “Yerli turist 1 milyon TL, yabancı turist 2 milyon TL” yazıyordu. Nihayet komik yabancı/yerli ayrımını kaldırmışlar, müjdeler olsun!

Mevlevihane uzunca bir dönem müziğin merkeziydi. İlginç bir şekilde Galip Dede Caddesi de müzik aletleri mağazalarına ev sahipliği yapıyor. Ritimler çoğu zaman çok farklı olsa da bu caddenin yoğun, akıcı ve biraz da yorucu haline alışıyor insan. Biraz da yokuşun etkisiyle kendini Galata Kulesi’ne doğru bir çırpıda inmiş buluverebilir üstelik! Ama bizim frenlerimiz sağlam, en olmadık şeyler görmemiz için bizi bekliyor. Tıpkı bir iş yerinin dikkat çekmek için astığı baloncuk makinası gibi!
Mesleklerin isimlerinin arkasına –ler, -lar eki alıp bir araya toplandığı semtleri çok seviyorum. İstanbul’un ilk apartmanları gibi sırt sırta vermeleri hoşuma gidiyor, ayrıca bu tüketicinin işini de inanılmaz kolaylaştırıyor. Buralarda avize almak istiyorsanız Şişhane’ye, müzik aleti almak istiyorsanız Galata’ya döneceksiniz yüzünüzü. Şişhane ışıl ışıl, Galata kıpır kıpır! Yolun yokuş olması, sağlı sollu dükkan vitrinlerindeki türlü müzik aletleri, merakla çevresine bakan turistler, yol kenarlarındaki seyyar satıcılar ve annesini durdurup baloncuk makinesinden çıkan baloncukların altında fotoğrafını çektiren çocuk. Valla Şener’i bilemem ama benim makinemden tam beş baloncuklu kare çıktı. Şimdi düşünüyorum da, asıl çocuk kim!

Yolumuza devam edip daha önceden kulağımıza çalınan bilgiler doğrultusunda camiyi geçer geçmez sola dönüyoruz. Bir apartman arıyoruz çünkü; boğaz gören müthiş bir terası olan, ünlülerin yaşadığı tarihi bir apartman. Ama onun yerine kazara girdiğimiz sokakta Alman Lisesi ve liseye bağlı binalardan sorumlu, gönlü zengin bir güvenlik görevli ile tanışıyoruz. Muhabbeti güzel bu iyi niyetli Balıkesirli abimiz ile güzel sohbetimizi anlatmak için söz tabi ki Ceyda’nın…

Yol tarif etmek de ne kadar başarısızsam sanırım tarif edilen yolu bulmakta da en az o kadar beceriksizim. Tarifin içinde cami geçince gördüğüm ilk camiden sola döndürdüm Şener’i. Sonuç? Mükemmel! Yanlışlıkla işe yarayacak bir şey icat eden mucitler gibiyiz. Gezginlikle mucitlik de aslında çok farklı değil birbirinden mevcut doğrularla yetinemiyor, onlara yeni doğrular eklemek istiyorsanız deneyeceksiniz, deneyince de yanılmak Allah’ın emri. Efendim bu yanılgımızın sonucu olarak Alman Lisesi artı ilköğretim okulu artı bu okullara ait binaların olduğu bir çıkmaz sokağı keşfettik. Kelimenin tam anlamıyla gizlemişler binaları buraya, işi olanlar ve bizim gibi şaşkınlar haricinde kimse geçmesin diye de sokağın çıkışını kapatmışlar sanki. Tabi tüm bunları öğrenmemiz okulun Balıkesirli güvenlik görevlisi ile konuşmamızla oldu. “Biz Doğan Apartmanı’nı arıyoruz diye yaklaştık.” kulübeye. “Burası değil.” diye kestirip atabilirdi ama sağ olsun öyle yapmadı. Zaten öyle güler yüzlü idi ki konuşmasak olmazdı. Nerde olduğumuzu söyledi önce, Doğan Apartmanı’nın yerini tarif etti sonra. Fotoğraf makinelerimizi görüp ne iş yaptığımızı sordu. Dergiden bahsedince, “Bir güvenlik de orda vardır içeriye sokmazlar kimseyi, zenginlerin/ünlülerin apartmanı. Dergi için ekeceğiz derseniz bir ihtimal terasına çıkıp manzarayı çekmenize izin verirler.” dedi. “Anlatıldığı kadar güzel mi manzara?” diye sorduk. buradaki birçok binanın üst katlarından manzaranın çok güzel olduğunu tahmin ettiğini söyledi. Sonra “Ama manzara da bir yere kadar!” dedi ve başladı. Sohbetin sonunda biz ona adresimizi verdik ancak ona ismini sormayı unuttuğumuzu geç fark ettik, Gaziosmanpaşa’da yaşıyorum ama mutluyum, zengin değilim ama mutluyum. Zenginlikle sevgi satın alınmıyor ki!” diyen çok içten ve çok güler yüzlü Balıkesirli Abi’ye selamlar okuyorsa! Bir insanı güler yüzle karşılamanın ve uğurlamanın ne kadar değerli olduğunu hatırlattığı için teşekkürler.

Sokaktan çıkarken tabelayı işaret ediyor Ceyda. Yörük Çıkmazı… ve altındaki güzel duvar resmi; çiçek satan başı bağlı teyzeler… Bu çıkmazı keşfettiğimiz için mutluyuz fazlasıyla. Caddenin kalabalığında –bilen bilir- karakalem tablo ve ananas satıcıları ön plandadır. Tablo tamam da niye ananas? Burası da hiç uygun değil ki yetiştirmeye… Bir gencin tezgahından soyulmuş ananas dili alıyoruz bir liraya ve soruyoruz: Neden ananas? Cevap: İlk biz getirdik de ondan. Esnaf ağızlı bir cevap oldu yani. Hem cevap veren ama hem de soruya cevap olmayan bir cevap. O cadde nasıl oldu da ananas mekanı oldu bilinmez ama bir gerçek var ki yolunuz düştüğünde bir dilim almanız tavsiye olunur. Güzelmiş bee…

Bu klasik bir gezi yazısı olsaydı, “Ne yenir?”in karşısına kesinlikle “Ananas” yazmalıydı, bizce!

Güvenlik görevlisi ağabeyimizden öğrendiğimiz apartmanın yerini buluyoruz biraz ötede. Camiyi geçer geçmez ilk sola dönüp biraz yürüyünce sağda karşımıza beliriveriyor. Heybetli ve güzel doğrusu, deyim yerindeyse ‘taş gibi’ bina. Sorunumuz güvenlik. Bizim terasa çıkmamıza izin vermiyor. Kısaca ondan bilgi alıyoruz bina hakkında, hepsi o. Sonra düşünüyoruz bir kez daha çıkmaz sokaktaki güvenlikçimizi; zenginmiş ünlüymüş hikaye, önemli olan gönül gerçekten.

Güvenlik görevlisi buranın İstanbul’un ilk apartmanı olduğunu söylüyor. 128 yıllık bir apartman (belki de daha başka bir ismi olmalı bu binanın) burası. Sadece vitraylı iç kapısından içeriye bakmamıza izin var. Bu kısacık bakış bile apartmanın özel olduğuna inanmamıza yetiyor. Apartmanın olduğu sokak boyunca yürüyoruz. Dikkatimizi çeken sokaktaki tüm binaların aynı döneme ait olması ancak Doğan Apartmanı ile diğerleri arasında uçurumlar var. Birine girmek bile imkansız diğerlerine ise kimin girip çıktığı belirsiz. Parfüm ve rutubet kokusu birlikte, aynı sokakta!

Bir kez daha Galip Dede Caddesi’ndeyiz. Aşağı doğru yürümeye devam ediyoruz ve sonuna geliyoruz. Caddenin devamı Yüksekkaldırım olarak geçiyor. Hemen sağınızda Galata Kulesi, görmemek imkansız! (O yana doğru giden sokağın adı ise Şahkapısı Sokağı.) Zamanında yangın kulesi olarak yapılan Galata’nın İstanbul’u görmemesi de imkansız haliyle. Biz kulenin o muazzam manzarasını anlatmak istemedik. Altındaki güzel çardaklı çay bahçesini de. Onun yerine İş Bankası’nın bulunduğu Büyük Hendek Caddesi’ne giriyoruz. Tarlabaşı’na doğru açılan bu yolun özelliği ise Neve Şalom Sinagogu’nun burada olması!

Galata Kulesi öyle çok şey getiriyor ki aklıma! İlk gelenlerden biri “İhsan Oktay Anar” mesela. Okumadıysanız bir kitabını okumanızı çok şiddetle tavsiye ederim zaten birini okuduğunuz an diğerlerini de okumadan duramayacağınızdan neredeyse eminim. Galata Kulesi’nin İstanbul’un her yerinden görünmesi mi böylesine cezbediyor beni yoksa Galata Kulesi’nden neredeyse İstanbul’un her yerinin görünmesi mi bilemiyorum. Ne zaman yakınından geçsem her defasında davet ediyor beni ama bugün öyle çok ziyaretçisi var ki merdivenlere kadar uzamış kuyruk. Kuyruk uzun, zamanımız ve saatlerin geri alınışıyla birlikte ışığımız az bu yüzden sadece çevresinde bir tur atıyoruz bu defa. Çevresi her zamanki gibi renkli; alttaki çay bahçesinde oturanlar, kulenin dibinde müzik yapan iki kişi onların fotoğrafını çeken bir grup turist, etraftaki yeme-içme yerlerinin sokaklara çıkarılmış masaları ve dükkanlardan yayılan müzik.

Sinagogun ana kapısının olduğu dar sokaktaki neredeyse beş metrekarelik ev yemekleri yapan dükkanı da anlatmalı unutmadan. Aç olsak muhakkak bir şeyler yerdik orada. Beş metrekarenin neresine sığardık bilinmez ama nedense orada insanı çeken bir sıcaklık vardı. Yeniden caddeye çıktığımızda Galata’nın heybetli yapısı karşımıza çıkıyor yine. Size bir sır vermeliyim hemen, binaların arasında görülen bir Galata fotoğrafı görürseniz, emin olun bu caddeden çekilmiştir. Bu cadde içinden bir detay da daha önceki gezimden bana kalan bir anıdır. Caddeye açılan Portakal Sokağı girişindeki binada bir sene kadar öncesinde kırık ayna parçalarıyla yapılmış değişik bir sokak sanatı örneği vardı. Ama şimdi o ayna kırıkları da kırılmış anlaşılan. Geriye sadece tutkal izleri kalmış orada, bir de “sanat hırsızları” yazısı.

Neve Şalom, bu gezimizin ikinci hayal kırıklığı, maalesef. Önce sinagogun girişinin cadde üzerinde olduğunu düşünüyoruz. Kapıdaki zile basıyoruz ancak gelen olmuyor. Alıyor mu almıyor mu onu da duymuyoruz gerçi. Sonra dükkanını kapatıp gitmek üzere olan bir esnafa soruyoruz. Girişin ara sokakta olduğunu söylüyor. Sinagogun kapısında bir görevli randevumuz olup olmadığını soruyor. Güvenlik nedeniyle artık ziyaretlerin randevu ile yapıldığını söylüyor. Çok merak ediyorum ama yanlış bir şey demekten de çekiniyorum. O yüzden bu çekincemi belirterek ibadet etmeye gelenlerin de randevu alması gerekip gerekmediğini soruyorum. Cevap: Evet!

Galata Kulesi’nin girişi yanında iki sokak vardır. Biz soldakinden, Camekan Sokağı’ndan aşağı inmeyi tercih ediyoruz. Sonradan anladığımıza göre gitmek istediğimiz yere bizi diğer sokak götürecekmiş. Ama olsun, bu sokak bize anlatacağımız yeni iki hikaye kazandırdı bile; pastacı ve Bereketzade Cami!

Acıktığımızdan desem, diyemem bu çok kıytırık bir bahane olur. Çünkü pastanenin vitrini şahane görünüyor. Kasap kedileri gibi camekanın önünde salınıyoruz. Yol sorulacaksa kesinlikle buraya sorulmalı diyor ve hemen giriyoruz içeri. Pastanenin içi de dışı da bizi yakıyor! Üç metrekarelik güvenlik kulübesinde böylesine güler yüzlü olmayı başarabiliyorken insan çikolata, kahve ve meyve kokularının arasında neden başaramaz? Girişimizle çıkışımız bir oluyor.

Hayallerimde pastacılar hep gülümseyen insanlardır. (Hele ki Uğur Polat’ın Çilekli Pasta filmindeki rolü) Ceyda’nın yukarda anlattığı adam tamamen bitirdi beni. Onun için en iyisi cami hakkında resmi bilgiyi verip gayri resmileri yine Ceyda’ya bırakmak. Efendim, bilindiğine göre fetih sonrası bu bölgede yapılan ilk mescitmiş burası. Kule’nin ilk dizdarı Ali Bereketzade tarafından 1453’te yaptırılmış. 1920’de ibadete kapanmış, 1948’de yıktırılmış ve 2006’da aynı temellerden yaptırılmış. Şu an pek tarihi sayılamayacak bu mescidin özelliği içinde bir kuyu, bir geçit ve on iki mezar taşı bulunması.
Galata şehir efsanelerinin dolaştığı bir semt! Bunlardan bir tanesi tünelden giden tramvayın Galata Kulesi’nin altından geçtiği, söylentiye göre tramvay raylarının en kısa şekilde dümdüz karaköy’e inmek yerine hafifçe Galata Kulesi’ne doğru meyillenmesinin nedeni de bu. Bir diğeri de Bereketzade Cami’nin altından Galata Kulesi’ne giden bir geçit olduğu. Efsaneler mi semtten besleniyor yoksa semt mi efsanelerden kestirmek güç belki de bu bilinmezlik insanı böylesine cezbediyor.

Camiden çıkıp sağa doğru yürüdüğümüzde Galata’nın yanında girmediğimiz sokağa çıkıyoruz; Galata Kulesi Sokağı’ndayız. Aşağıya doğru kaptırıyoruz kendimizi. Yolun en dik yokuş olan kısmında sağda o yazıyı görüyoruz: Sen Piyer Kilisesi (Tam böyle değil gerçi; İtalyanca gördüğümüz yazının broşürdeki şekli bu.) Hiç zaman kaybetmeden avluda buluyoruz kendimizi. Kilise kapısı kapalı, yukarıda balkonda bir adam bize doğru bakıyor. Ben fotoğraf çekiyorum. O arada adam kapıyı açacağını söylüyor. Beklerken Ceyda bir Belçikalı turistle konuşuyor.

Kaç senedir buralarda dolaşıp da bu kiliseyi görmemiş olmam beni biraz utandırıyor sanırım. Belki kendimi rahatlatmak için, belki de adamakıllı cezalandırmak için bizimle birlikte kilisenin avlusunda balkondan bize geleceğini işaret eden görevliyi karısıyla birlikte bekleyen orta yaşlı turiste nerden geldiklerini soruyorum. Neden gelmek için ekim ayını seçtiklerini ve burada bir kilise olduğunu biz bilmezken onların özellikle gezmeye gelmesini de takdir ediyorum. Acaba yakınımızdaki daha neleri (insan/yer/imkan/…)pas geçiyoruz?

Kilisedeki görevli sürekli farklı dillerde konuştuğundan Türkçe bilip bilmediğinden emin olamıyoruz. Sorduğumuzda yirmi beş yıldır Türkiye’de yaşadığını söylüyor. “Ben sizden daha Türküm.” diyor bir de. Türklüğü yıla vurursak yalan değil, ben 88’li olarak yirmi yıldır TC vatandaşıyım. Bu işi matematiğe vurmak tartışılır tabi… (Belirtmekte fayda var; burası gezi yazılarımız içinde anlattığımız kiliseler arasında uzun uzadıya gezebildiğimiz ve fotoğraf çekmemize izin verilen yegane yer.)

Kiliseden çıkıp yeniden sokakta ilerleyeyince kendimizi meşhur Bankalar Caddesi’nde buluyoruz. Önce sağa dönüp ilk sokaktan yukarı çıkıyoruz ve bir diğer aradığımız noktadayız: İtalyan Sinagogu. Kapıları sıkı sıkıya kapalı. Dikkatimizi çeken şey ise sinagog’un hemen arkasında görülen Sen Piyer Kilisesi’nin çan kulesi, aralarındaki tarihi surlar. Birbirlerine bu kadar yakın ve bir o kadar da uzaklar. Tıpkı inançları gibi…

İtalyan Sinagogu’nun Neve Şalom’dan farkı yok. Yine önce caddedeki kapının zilini çalıyoruz. Açan yok. Az ilerdeki dükkanın önündeki gençten adam girişin yandan olduğunu söylüyor. Yine ara sokağa giriyoruz. Buradaki kapının zilini de duyan olmuyor. Sinagog’un tam karşısındaki dükkanın sahibi randevumuz olup olmadığını soruyor. İstanbul’da sinagoga gezmek oldukça zahmetli anlayacağınız.


Gerisin geri Bankalar Caddesi’ne iniyoruz. Merkez Bankası ve Osmanlı Bankası binaları bizi büyülüyor. Girebilir miyiz, diye düşünürken Osmanlı Bankası Müzesi süreli sergi afişi dikkatimizi çekiyor ve giriyoruz binaya.

Bankalar Caddesi öyle ıssız ki, havanın da kararması ile birlikte bambaşka bir hale bürünüyor etraf. Aslında şu anda Kamondo merdivenlerini arıyoruz ama Osmanlı Bankası ve Merkez Bankası’nın binaları bizi yolumuzdan alıkoyuyor. Binalar öyle heybetli ki nasıl yapmalı da tüm güzelliklerini bir kareye sığdırmalı diye kara kara düşünüyoruz. Çekim işini tamamlamış yola koyulmuşken, Osmanlı Bankası’nın zemin kat pencerelerinden görünen sergi dikkatimizi çekiyor geri dönüp gezmeye karar veriyoruz.


Binanın alt katı sergiye ayrılmış. Eski para kasaları korunmuş ve içerisine çalışanların kimlik bilgileri ve fotoğraflarının bulunduğu arşivler konulmuş. Bir kasada ise Osmanlı paralarının kesilen kısımları var. Ama kesilen kısımlar o kadar büyük ki, şu anda kullandığımız paranın yarısı eder. Düşünün siz o paranın tümünü, cüzdana sığmaz! Paranın üstünde ne kadar yazık ki Constantinople yazıyor, demek ki o zamanlar artık İstanbul’un esamesi okunmuyor. Benimse o an aklımda eski bir İngiliz grubunun aykırı müzik anlayışının eseri şarkının sözleri geliyor: “İstanbul is not Costantinople!”

Burada da tabi ki biz Ceyda-Şener ikilisi istemeden konuşacak birini buluyoruz. Bir kamyon şoförü de o an bizle geziyor! Şöyle düşünün; az önceki anlattıklarım bir futbol maçı spikerinden çıkıyor. Bu şoför amca ise olayları hem ilgili hem ilgisiz biçimde kendince yorumlayan bir futbol yorumcusu! Şimdi sözü saha kenarından durumu gözlemleyen muhabirimiz Ceyda’ya bırakıyoruz:

Bu sergiye pek rağbet yok anlaşılan ya da burada böyle bir sergi olduğundan bir çok kişinin haberi yok. Çünkü serginin hem sunumu hem içeriği alışılmışın oldukça dışında. Sergi konusunun para olması ise birçok kişinin gelişinin belli başlı nedeni olabilir. “Ben paraya para demem para benim olmayınca!” diyorsanız arşivleri görmeye gelin. Banka personeline ait dosyalar o dönemde Osmanlı’da yaşayan insan profilini anlatan inanılmaz bir kaynak. Günümüzdeki insan profilinin ise canlı bir örneği bizimle bankayı gezen kamyon şoförü. “Şimdi bunlar mı eski paralar?” diye kesilmiş para köşelerini göstererek muhabbeti başlatıyor. Boynumuzdaki kameralardan ne iş yaptığımız sorusuna geçiyor. Ardından biz sorup kamyon şoförü olduğunu öğreniyoruz; o, müze gezmeyi seven bir kamyon şoförü. “Gittiğim her yerde gezerim.” diyor “Gezmek görmek gibisi var mı! Hele ki şu İstanbul! İstanbul’u gezmeden öte yana giden adam kalıbının hayrını görmesin” Fotoğrafların altındaki Fransızca yazıları gösterip ne yazdığını soruyor, Fransızca bilmediğimizi söylüyoruz ve şoför amca bomba yorumunu yapıyor “Neye yaradı o zaman sizin okumanız!” “Öyle çok okuyan var ki bu devirde…” diyor “Ben çocuklarımı bu yüzden okutmadım, memlekete zanaatkar da lazım. Tut ki şu boynundaki makine bozuldu, kaldı mı bunun dilinden anlayacak usta?” Çocuklarından biri berber diğeri oto tamircisi olan şoför amcayı dikkatle baktığı bir fotoğrafın altında bırakıp sessizce çıkıyoruz sergiden.

Sağımıza Osmanlı Bankası’nı alıp Bankalar Caddesi boyunca biraz yürüyünce solumuzda aradığımız merdiven karşımıza çıkıyor. Birbiriyle iç içe geçmiş iki merdivenden oluşan bu güzel yapıya Kamondo Merdivenleri deniyor. 1870-80 yılları arasında yaptırılmış. Buraya bambaşka bir hava katmış doğrusu.

Hiç eğlenceli merdiven olur mu diyorsanız Kamondo merdivenlerini görmelisiniz. Söylenenlere göre merdivenleri İtalyan bir aile Şener’in dediği yıllar arasında çocuklarının okula daha rahat gidebilmesi için yaptırmış.

Galata gezisinin sonu için o kadar çok alternatif var ki… Bankalar Caddesi boyunca yürüyüp Karaköy’e ulaşabilirsiniz. Buradan tüneli seçip Beyoğlu’na çıkabilirsiniz ya da tramvayı seçerseniz Kabataş veya Tophane gibi güzel seçeneklere sahip olabilirsiniz. Karaköy’de kalmaya karar verirseniz Galata Köprüsü vapurları, martıları, balık ekmekçileri ve kendine has coşkusuyla emrinize amade olur. Ya da hepsini bir yana bırakır bizim gibi Kamondo Merdivenleri’ni tırmanırsınız. Sonra kendinizi pastacının ve çayevinin yanından Kuledibi’ne, oradan da Galip Dede Caddesi’ne çıkmış bulursunuz. Sonrası mı?

Yemek ve çay sonrası Beyoğlu ışıkları altında gezimiz bitti. Sonrasında 29 Ekim münasebetiyle havai fişekler atıldı binlerce. Ceyda köprüden o sis bulutu arasında ışıltılar altındaki İstanbul’a bakarak geçerken ben de binaların arasından hafif ışık pırıltılarını ve gürültüyü duyarak evime doğru gittim.

Yazımızın başında söylemedik ama bu günün esas özelliği 29 Ekim oluşu. Beşiktaş, Taksim ve akla gelebilecek her yer bayraklarla donatılmış! Meydana yaklaştıkça müzik sesi giderek artıyor! Ama neden biliyorum (genelde neden bilmiyorum denir ama bu defa ne yazık ki biliyorum) tüm bu şatafatlı kutlama görüntüleri bana sahtelikten başka bir şey hissettirmiyor. Daha önce bir öykümde geçen şu cümle aklıma geliyor; “Her yaldız bir adi malzemeyi saklar ardında, unutma!” şu anda içinde bulunduğumuz duruma bakıyorum, her yerinden azar azar kemirilmeye çalışılan cumhuriyete ve sonra da kutlanıyormuş süsü verilmek için yaratılan bu yalancı atmosfere… Ama her ne olursa olsun hala bir şeylerin farkında insanların, özellikle Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerin varolması içimi rahatlatıyor. Benim dileğim cumhuriyetimizi daha güzel günlerde ve ilelebet kutlamak.

Aklımızda bir sürü görüntü kaldı geriye ve bir sürü adını bilmediğimiz ama muhabbet etmekten hoşlandığımız karakter... Hepsine bu yazıya keyif kattıkları için teşekkürler!

Not: Galata Kulesi ve 29 Ekim Kutlamaları fotoğrafları için fotoğrafçı arkadaşımız Uğur Eren’e teşekkürler. (http://fotouur.deviantart.com)

2 yorum:

burcupc dedi ki...

Çok güzel, bilgilendirici yazılar. Kaleminize sağlık...

burcupc dedi ki...

Hemen detaylı yorumumu yazıyorum :)
Yazılarınızı okumak çok keyifli. Oldukça uzun olmaları biraz dikkati dağıtıyor ama karşılıklı konuşma gibi olması özellikle çok hoşuma gitti. Belki şöyle bir önerim olabilir size. Belli noktalarda yazıyı parçalara ayırabilirsiniz. Hatta ufak haritalar koysanız maps.google'dan bile çok faydalı olabilir. Hem yazıyı bölmek adına hem de yerleri netleştirmek adına. Ben okurken öyle yaptım girdim baktım tam olarak nereye düştüklerine...
Yeni yazılarınızı merakla bekliyorum. İyi çalışmalar ikinize de...