18 Eylül 2008 Perşembe

Cihangir... Temmuz 2008

İstanbul malumunuz dinamik şehir. Dinamik yaşayan insanları var, semtleri var; gecesi-gündüzü birbirine karışmış caddeleri, köprüleri var. Üstelik bu iç dinamiklerden biri hasar gördüğünde dinamit gibi patlayacak bir kent!

Dinamik şehrin biz koşuşturan sakinleri bir boş pazar bile ayarlayamadık bir noktadan iki kalem geçirebilmek için. Hal böyle olunca yapabileceğimiz tek şeyi yaptık: Gündüzleri iş ya da okul nedeniyle meşgul olanlar için bir akşamüstü gezisi! Üstelik bunu da İstanbul’un yirmi dört saat faal ve dinamik semti olan Cihangir’de yaptık. İki saat sonunda vardığınız büyük zevk ve üzerine yiyeceğiniz yemekle sonuçlanan, tüm stresinizi alacak olan Cihangir tarifimiz başlıyor efendim. Prospektüsünüz olacak bu yazımızı okuyunuz ve bu güzel semti geziniz.

Yaz geldi mi yavaşlıyor sanki zaman ve zaman sanki en önde giden anne ördek, yavaşlıyor peşindeki her şey de ona bakıp. “…Sakin es rüzgar bugün, uslu ol deniz…” diyen bir şarkısı vardır Nilüfer’in bilmem kaçınız bilir, sanki biri sonsuz bir döngüye almış gibi çalıyor da çalıyor. Rüzgar sakin, deniz uslu, insanlar sıcaktan bezgin; o gelmesini çok istedikleri yazın geçmesini bekliyorlar gölgelerde. Gölgeler öyle az ki gündüzleri, hafta sonu öğlen vakti gezmeye çıkmak hiç akıl karı değil. Akşam oldu mu da yorgunluk aklınızı çeliyor “eve git, eve git, eve git!” diye sürekli söyleniyor kulağınızın dibinde. Biz bu sefer bu sese bir “höt!” dedik ve çıktık yola ve arkalara bırakmadan, yolun başındayken söyleyeyim bu gezi şimdiye kadar yaptığımız üç gezi arasında benim yüzümü en çok güldüreni, çenemi en çok düşüreni. Şener şahit, gerçi bilmem memnun mu bu hallerime şahitlikten? Bir kez daha gördüm ki ben kendi adıma, mutluluğun miktarı süresiyle ters orantılı. Mutluluğun çarpıp kaçanı makbul! İşte size kısacık bir zamana sığdırılmış mutlu mu mutlu bir gezi yazısı.

Buluşma yerimiz belli, Taksim Tramvay Durağı. Selam faslından sonra hemen saatlerimizi ayarlıyoruz: 18.30 Ve hemen yola çıkıyoruz. Sıraselviler’den aşağı doğru ineceğiz. Ne kadar? Doğrusunu isterseniz biz de bilmiyorduk ne kadar ineceğimizi. (Ama gezenler için en güzel kural kaybolmaya çalışmaktır. Kayboldukça gezdiğiniz yeri en ince ayrıntılarına kadar öğrenirsiniz ve aslında kayboldukça bulmuş olursunuz.) Alman Hastanesi’ni ve Taksim İlkyardım Hastanesi’ni geçer geçmez bir tabela beliriverdi karşımıza. Biz de bunu bir “işaret” kabul edip sola dönüverdik. Sokakta sevilesi pek çok kafe var. Sol tarafta önemsediğimiz bir mekan: Orhan Kemal Müzesi. Otuz numaralı apartmanın zemin katında bizleri bekliyor ziyaret için. Ziyaret saati akşam gezmesi için müsait, 10.00-22.00 arası gezilebilir. “Zile bassak açıverirler kapıyı.” dedi Ceyda. Ama şansımıza ne gelen var ne giden. Müzeyi gezemeyen biz kafeleri kesmeye başladık göz ucuyla, makine objektifiyle. Yetkin Dikinciler ve Sinan Çetin’i gördük ve geçtik gittik. Ne yapalım işte, her ünlünün arkasında ekranlarda boy gösteren Recep Bülbülses gibi davranacak halimiz yok ya.

Ne yalan söyleyeyim Sıraselviler’den aşağıya doğru inerken, Şener’e çaktırmamaya çalışsam da “Nereye gidiyoruz biz?” diye düşündüm. Senelerdir İstanbul’da olmama rağmen özellikle başlı başlına bir semti gezmek için neden çok nadir dışarı çıktığımı sordum kendime. Nefes aldığınız sürece hiçbir şey için geç değil, gerçi bazı şeyleri “…artık…” dedirtmeden ve hala kıymeti varken yapmak lazım ama… Eşinizle dostunuzla Taksim tramvay durağında buluşup da sürekli İstiklal Caddesi ve sokaklarını turlayanlardansanız umarım bu yazımızı okuduktan sonra bir tur da Cihangir de atarsınız ve farklı yerleri keşfetmenin tadı damağınıza çalınır.

Sokak kafeleri bir semt için belki de bir şehir için benim olmazsa olmazım. Özgürlüğün başka bir adı sanki. Belki de bu yüzden sevdiriyor Cihangir kendini hiç zorlanmadan. “Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan yaşayıp giden, kendi işinde gücünde bir semtim ben.” diyor ve bugünlere inat ekliyor sanki “Mahalle baskısı mı? O da ne? Olmaz öyle şey benim sokağımda caddemde!” Dileriz olmaz hiçbir zaman! Bir de Orhan Kemal Müzesi’ni gezip anlatabilseydik. Müzenin hemen altında Orhan Kemal’in kitaplarını satan bir kitapçı var müzeyi gezmek istediğinizi söylediğinizde size yardımcı oluyorlar ama şansımıza dükkan kapalı. Ben daha evvel gezdiğim kadarıyla, edebiyata, tarihe, otobiyografilere meraklıysanız gezmeniz görmeniz lazım diyorum.

Sokağın sonunda yukarıya doğru dönmeyi tercih ediyoruz ve kendimizi Şimşirci Sokağı’nda buluyoruz. Aşağı dönseydik büyük ihtimal gezi on beşinci dakikasında bitecekti. Cihangir’de sürekli yokuş aşağı yürürseniz kendinizi hemen deniz kenarında buluverirsiniz. Çünkü koordinatları bellidir: Setüstü ile İstiklal arasında kalan bölge ve Kazancı Yokuşu ile İtalyan Yokuşu arasında kalan bölgenin kesişimidir Cihangir.

Birden senelerdir çözülemeyen o matematik denklemini –ki o da çözüldü ya, neyse- çözmüşüm gibi “Şener…” diyorum “…biliyor musun ben neden böyle bu kadar çok seviverdim bu semti? İnişi-çıkışı; yokuşu bol çünkü!” İnsan yaşamının belki de en önemli dönemi çocukluk, o yıllarda yaşadıklarınız, yaşamadıklarınız hep peşinizden geliyor ve insanların kendilerine dair anlattıkları en gerçek ve en naif şeyler o zamana ait olanlar. Benim çocukluğum da Bursa’da geçti, bu yüzden belki de hiçbir zaman sevemedim düzayak şehirleri.

Şimşirci Sokağının bitip de diğer sokakla kesiştiği yerde bize bir kasap göz kırpıyordu. “Kasabım” kasap dışında her şeye benziyor doğrusu. Şık bir tasarımı, oturulacak masaları var bir kafe gibi. İçerideki lambalardan ne yalan söyleyeyim ben de istiyorum, zaten dayanamıyorum ve fotoğraflıyorum. Sucukların arka planı oluşturduğu sevimli
bir fotoğraf. Asıl sevimli olan ise bizi dışarıda bekleyen köpek. Peşimizden ayrılmak istemiyor bir türlü kerata. Hangimizi sevdi, bir süre anlayamıyoruz. Sonra Ceyda bir kedinin fotoğrafını çekmeye yöneliyor ve anında köpek Ceyda’ya doğru yöneliyor. Anlaşılan köpekler beni pek sevmiyor. Ben seviyor muyum? Sanırım yan yana gelince birbirine gülümseyen, az uzaklaşınca diş bileyen sahte arkadaşlar gibiyiz. Kasabım ile ilgili hatırladığım son şey Ceyda köpeğin fotoğrafını çekiyordu, kedi Ceyda’ya bakıyordu, ben de bu üçlüyü aynı karede toplamaya çalışıyordum. Ha bir de unutmadan şaşkın şaşkın bize bakan çıraklar…

Şener öyle güzel bir kare yakalamış ki beni tanıyanlar zaten bilir, tanımayanlar da bu fotoğrafa bakıp öğrenebilir. Bu arada bence demeden geçmemeli biz şaşkın şaşkın bir kasap için oldukça süslü olan dükkanın fotoğraflarını çekerken, 2 kangal sucuk görüp de flaş patlatan bizlere şaşkın şaşkın bakan kasap, müşterisi ve çırağı da en az Ceyda-kedi-köpek üçlüsü kadar fotoğraflanmaya değerdi!

Yüzünüzü kasaba dönüp sağ kolunuzun olduğu yöne doğru gidince bir yerlerden size tebessüm ettirecek deniz manzarası çıkıyor. Sonra ise… İşte başlıyor Susam Sokağı!

Herkesin aklında yer etmiştim sanırım bu sokağın sakinleri. Kurabiye Canavarı, Edi ile Büdü, Kurbağa Kermit ve daha niceleri… Bu sokağın adını görünce hepsi aklınıza geliyor, yüzünüzde bir gülümseme ortaya çıkıyor, çocukluğunuza dönüveriyorsunuz. Ve bir araba kornasıyla da aynı hızla bugüne geçiş yapabiliyorsunuz. Çünkü sadece isimler aynı, yoksa burası da bildik bir İstanbul sokağı. Çiçekleri dışarıya sarktığı pencereleri olan, dik kesen sokakların sadece basamaklardan oluştuğu bir sokak. Sadece Zula diye bir dükkan dikkatimi çekiyor. Vitrininde Marilyn Monroe heykeli var, sloganı ıvır zıvır şeyler dükkanı. Yahu hiç o kadın ıvır zıvır olur mu? Buradan yetkililere sesleniyorum, evet, seslendim gitti.

Bir gün yolunuz Cihangir’e düşer de “Susam Sokağı” tabelasının karşısında öyle işte öylesine gülümseyen birini görürseniz büyük ihtimalle 80’lerin çocuklarındandır o. Başka kim bir tabelaya böyle içten gülümser ki! Apartmanlar arası yumurta savaşı yapardık biz, kimseyi bulamazsak sandalyenin bacağına takıp atlardık ipimizi, geceleri sokağa çıkmak için mahallenin büyüklerini yanımıza katıp izin isterdik annemizden, bahar geldi mi civciv alırdık pazardan, öldü mü birleşir törenle gömerdik arka bahçemize, minik kuş hiç de minik değildi, kurabiye canavarının ağzı delik değildi, Kermitin kolları çok uzun kafası bi hayli büyüktü, Alf’i seyretmek için işitme engelliler haber bültenine katlanmalıydık, Clementine belki de hiç bize göre değildi, Yakari başlar başlamaz biterdi, sonradan fark ettik ki Kara Şimşek’in sürücüsü de hiç o kadar yakışıklı değildi. Yine de her şey çok güzeldi. Bence son naif çocukluktu bizimki. Belki herkes kendisininki için aynı şeyi düşünüyordur ama bence çocuk gibi çocuk kalmadı artık çocuklukların içinde. Kalmadı demekten çok belki de bırakılmadı demek daha doğru olur. Sokaklar boş! Ve geriye dönüp bakınca bazen o dönemde çocuk olanları Susam Sokağı’ndaki sayı toplarına benzetiyorum. Hatırlarsınız muhakkak, toplar vardı hani üzerlerinde rakamlar yazardı. Bir el topu yerine yerleştirir geriye doğru çeker üzerindeki rakamı söyleyip bırakırdı. Uslu çocuklardık biz, yaramazlıklarımız bile ölçülüydü ve birileri kulağımıza nereye gideceğimizi fısıldayıp bırakıverdi bizi sanki, kaybolduk çoğumuz, gitmek istediğimiz yerlerin uzağına düştük. Ben en iyisi Cihangir’den fazla uzaklaşmadan sokağa geri döneyim. Basamaklı sokak cidden kendine uzun uzun baktıran cinsten. Ama ben sokaktan çok merdivenleri ağır ağır çıkan Amca’yı sevdim. Sesini duyurabileceğini düşündüğü mesafeye gelince anladık ki buralı değil, değişik bir aksanla İngilizce “Neden benim fotoğrafımı çekiyorsunuz?” diye sordu tebessüm ederek. “Günün şanslısı sizsiniz.” dedik merdivenlerin başına varmıştı, keyifle gülümseyip karşı sokağa geçti.

Susam Sokağı bittiğinde kendimizi Altın Bilezik Sokağı’nda buluyoruz. Sokağın girişindeki duvarda “Ne olur geri dönme” ve “On numara kübistim bacım” yazıyor. Bu laf bize mi? Öyleyse biri benim geri dönmememi istiyor, kimi kırdım bu kadar? Diğer söz de bacım dediğine göre Ceyda’ya herhalde. On numara insandır kendisi… Sokağın sonu denize doğru. Aşağıda görünen yer ise Tophane. Tarihi yarımada, Kızkulesi kısmı gayet net seçilebiliyor ve bir de sokağın bir alt sokakla birleşmesini sağlayan merdivenlerde biralarını içen güruh. Bu merdivenler yalnızlar sokağının anlaşılan. Alttaki banklarda oturanlar ise hep çift. Altmışında da olsa, yirmisinde de olsa orada oturanlar bir elmanın iki yarısı olmaya çalışanlar.

Hiç hesapta yokken karşınıza bir elli kağıt, senelerdir görülmemiş bir dost, aklınızı başınızdan alacak bir aşk, yarımadalı, vapurlu, kuleli, karşı yakalı bir deniz çıkması! “Hiç hesapta yokken” öyle bir kalıp ki güzel bir ismin önüne gelince kıpır kıpır yapıyor onu. Deniz yakınlardaydı gerçi biliyordum ama ilk nereden kendini göstereceğini kestirememiştim. Veee işte! Ne kadar da güzel! Böyle düşünen tek biz değiliz ki dolmuş merdiven basamakları. Grup grup insanlar, sanki aşinalar birbirlerine, her sabah farklı iş yerlerinin servislerini aynı durakta bekleyenler gibi, biraz tanıdıklar biraz yabancı.
Burada bir beş dakika dinlenin, etrafınıza bakının. Ama fazla takılmayın, sol tarafınızda bir çift cami minaresi görecek ve oraya yöneleceksiniz. Çünkü orada manolya açmış bir bahçeden seyredeceksiniz boğazı. Gezimiz buradan itibaren belli bir süre deniz gören yerlerden devam ediyor. Cihangir Cami’ne gidiyoruz ama yolda yine kaybolmaya çalışıyoruz ve yine ceplerimiz türlü kelimelerle doluyor.

Yönümüzü camiye çevirip ilerlemeye başlıyoruz. Sanatkarlar Parkı’nda aerobik yapan amcaları çaktırmadan izleyip rotamızdan şaşmadan ilerliyoruz. Sokağın biraz ilerisinde bir teyze yarı yarıya kapalı panjurlarından sokağı ve karşıda asma budayanı izliyor. Teyze o kadar güzel duruyor ki konuşmadan edemiyoruz. Teyzenin kulakları az işitmesine rağmen Ceyda engel tanımıyor ve öyle bir sohbete girişiyor ki…

Sanatkarlar Parkı’na doğru yürürken üzülmeye başlıyorum Cihangir için, sonrasında da devam ediyor üzüntüm. Bir yanımızda muhteşem bir manzara diğer yanda mezbelelik alanlar, bitmemiş inşaatlar, ne için kazıldığı ne zamandır kazılı olduğu belli olmayan sokaklar. Yazık! Kıymet bilmeme konusunda-hem de hayatın her alanında!- üstümüze yok! Bu işin bir çözümü,muhakkak bir çözümü olmalı! Çözümü olmalı da, çözüm dediğimiz kağıt üzerinde yazılı bir şey, esas o çözümü kanlandırıp canlandıracak yürekli, istekli, farkında insanlar lazım. Bir şey yapamasa da, elinden bir şey gelmese de tüm bu aksaklıklara cidden yürekten üzülen, içi cız eden kaç kişi var çok merak ediyorum. “İnsanca” kelimesi kaç kişi için hala tedavülde acaba?

Camdan bakan teyzeye belki de bundan imrendim. Daha güzel zamanlarını gördüğü için Cihangir’in İstanbul’un. Teyze 50 seneden beri bu dairede oturuyormuş. “Evlenmeden önce de az yukarda otururdum” diyor eliyle Beyoğlu tarafını gösterip. Üzerinde geceliği, saçları dağınık. Duyamadığı için camın altına gidince fark ediyorum, yüzündeki tüm kırışıklıkları geriye atıyor gülümsemesi. Gençken de böyle miydi? Böyle gülümser miydi? Yoksa zamanla mı öğrendi? Bunu ancak o bilebilir ama ben insanlara, cevaplarını ancak kendilerinin bildiği soruları sormaktan hoşlanmıyorum. Şener sanki teyzenin iç ahengini bozmaktan korkarmış gibi sessizce “Fotoğrafını çekmemize izin verir mi acaba?” diyor. İzin çıkıyor ama öyle tatlı bir şartı var ki, benim de camın altında durup onunla birlikte olmamı istiyor. Ne de güzel çıkmışız!

Sokağın devamında bir cami daha var. Öyle bir ortada kalmış ki, üst sokaktan da bu sokaktan da gelinmek istediğinde hep dar bir merdivenle ulaşmak zorundasınız. Anlaşılan bu cami cuma günleri dolmuyor diye düşünüyorum. Çünkü uyanık tüccar zihniyetli insanlarımız meşhurdur. Cumaları hangi cami doluysa oraya gider, hatta özellikle cami avlusunda, çayırların üstünde kılmaya çalışır namazını ki görsün tanıdıklar, müşteriler… Burada ise ne görecek biri var ne de öyle bir avlu. İçini gezmek istiyoruz ama yine cami kapıları bize kapalı. Şimdi yine kiliselerle camileri karşılaştıracağım ama tekrara düşmekten o kadar yıldık ki.

“Aaa aa nereye çıkıyor ki bu merdivenler?” “Yola bak daracık” “aa camiymiş ya!” “kim gelir ki buraya düzlükte onca cami varken?” “tıklasana bi kapısını” “ses yok” “biraz beklesek…” “şöyle bir açıklık olsaydı da içeriye baksaydık” “Şener koş koş bak…” merdivenlerin tepesine vardığımızda ağzımdan en son çıkan cümle buydu. Keşke fotoğrafını çekebilseydik ama biz bakmaktan ve gülmekten akıl edemedik. Baktığımız, caminin hemen bitişiğindeki evin balkon demirlerinden geçmeye çalışan bir kedi. Bir köpek sesi geliyor ama kendisi yok, kedi can havliyle atmış kendini iki demirin arasına ön bacaklarını geçirmiş arkadakiler arkada kalmış. Çırpınıyor da çırpınıyor obez kedi.

Camiden üst sokağa kadar çıkan merdivenleri tırmanıyoruz. Caminin dibinde güzel bir ev, iki iyi niyetli insan. Onlarca kediye bakıyorlar ve bir de köpeğe. Buraları gezdiğimizi söyleyince adam caminin anahtarını bulmaya çalışıyor. İmamın oğlunu arıyor telefondan ama maalesef ulaşamıyor. Başka sefere diyoruz. Ama sohbetimiz yine bununla kalmıyor. Ceyda yine öyle bir sohbete başlıyor ki…

Kedi canını kurtarıyor, gösteri bitince biz de evin ön tarafına geçiyoruz. Ev sahibi balkonda, kucağında güzel tüylü bir kedi daha. Yerlerde onlarcası ve bir de köpek. Bu gün çok konuşasım var herhalde ama ev öyle şahane bir yere kurulmuş ki! Söylemezsem olmaz. Teşekkür ediyorlar. Biraz Cihangir’den, biraz evden, biraz kendimizden, biraz onlardan kedilerinden köpeklerinden konuşup ayrılıyoruz. Ne yalan söyleyelim, öyle kolay olmuyor, arkamıza dönüp dönüp manzaraya bakıyoruz uzaklaşırken.

Çıktığımız caminin üstündeki sokaktan dümdüz yürüyünce meşhur Cihangir Cami’ne ulaşıyoruz. Bu cami Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Şehzade Cihangir tarafından 1559’da yaptırılmış. Caminin avlusu boğaza nazır. Zaten Cihangir, buradan boğazı seyretmeyi çok severmiş. (Bunu söylemeden geçemem, buranın normal bir cami olmadığını padişah sülalesinin ilgili olduğunu gösteren bir ayrıntı var bu camide. Avlusunda saray bahçelerinin vazgeçilmez ağacı manolya var.) Avluda çeşitli meyve ağaçları ve bunlara dadanmış küçük çocuklar var. Avludaki banklara oturup denizi seyredenler var. Aralarına şans eseri kız kulesi girmiş iki arkadaş, çift olmayı başarmış görünen sevgililer var.

Caminin küçücük bahçesinde bir manolya ağacı, aklıma ilk gelen Zeki Müren’in o güzel şarkısı “Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam” sonra peşinden bir arkadaştan öğrendiğim “manolya ağaçlarının çiçeklerinin bir kere dahi koklandıklarında soldukları” ve meraklılarına küçücük bir bilgi daha; Bu şarkının güftesi Zeki Müren’e ait ve bu şarkı Caddebostan’da hala yaşamakta olan bir manolya ağacının altında yazılmış.

Cihangir Cami’nin de içine giremiyoruz. Yüksek camlarından bakınıyoruz, fotoğraf çekmek için debeleniyorum. Dışarıda dikkatimizi çeken bir şey de post modern musalla oluyor. Yerden kazanmak için duvara monte edilmiş, açılıp kapanabilir bir demir ayaklık yapmışlar.
Post modern “Kasabım”dan sonra artık bu da normal geliyor.

Her zaman, her yerde, her koşulda gülecek bir şey buluyorsanız ne mutlu size! Ve çevrenizdekilere tabi. Post modern musallanın önünde biz de epey sohbet ediyoruz Şener’le. “Yerden kazanmışlar” diyorum “aynı bizim eski evdeki mutfak masası gibi, kullanacağın zaman aç, kullanmayacağın zaman topla kaldır.”

Camiden çıkıp yukarı doğru yürüyoruz. Tabi önce özür diliyoruz denizden, ona sırtımızı döndüğümüz için… Sonra Güneşli Sokağı’na girdiğimizi fark ediyoruz. Sokağın başında Cihangir Parkı başlıyor. Parkta yine post modern bir heykel var. Bir kadın figürü. Burada yaşayan bir imam tarafından baltalı saldırıya uğradığı ama son anda bunun engellendiğine dair söylentiler var. Eğer doğruysa camilerin neden kapalı olduğu belli olur, imam hangi heykele yetişsin, hangi namaz vaktine yetişsin! Parkta daha önce hiç görmediğimiz bir 0-3 yaş çocuk parkı var. “Postmodern”likler bitmiyor!

Cihangir parkı semtin aynası sanki. İlginçliklerle dolu ama oldukça bakımsız. Çimler kurumuş, “Cihangir Hatırası” panosu 2005 yılını gösteriyor. Göğsünü! gererek dursa da post modern heykeli de park kapısına yakın bir yere koymuşlar, olası bir durumda kaçışı kolay olsun diye herhalde. Ama o bebek parkına diyecek sözüm yok! İlk kez böylesini görüyorum. Epey bir inceliyoruz Şener’le. Etraftaki 0-3 yaş grubu çocukların anne babaları da bizi inceliyorlar. Altlarında bezleri, yeni yürümüş kaydıraktan kaymaya, salıncağa binmeye çalışan ufaklıklar öyle seyredilesiler ki! Birinin annesi ile konuşuyoruz ayaküstü. Cihangir’i çok sevdiğini ama bakımsızlığı yüzünden taşınmak istediğini söylüyor. O sırada annesinin ve kendisinin fotoğrafının çekilmesine sinirlenen Levent, Şener’in kamerasına doğru sinirli sinirli anlamadığımız bir şeyler diyor yeni çıkmış öndeki iki dişini göstererek.

Cihangir Parkı’nın girişi sadece Güneşli Sokağı’ndan. Kot farkından dolayı aşağıda kalan Cihangir Caddesi’nden giriş yok maalesef. Bu sadece kot farkı mı derseniz, biraz rant farkı diyebilirim. Çünkü parkın altı otopark yapılmış. Cihangir Caddesi, Sıraselviler’e yakın bir noktadan başlıyor ve aşağıda aniden bitiveriyor. Çünkü bu cadde çıkmaz cadde. Bir ucu kör tıpalı. Hadi çıkmaz sokağı anlarım da çıkmaz caddeye doğrusu söyleyecek söz bulamıyorum.

Parktan çıkıp Güneşli Sokağı boyunca yürüyoruz ve kendimizi yeniden Sıraselviler’de buluyoruz. Saat 20.30; demek ki gezmek ve fotoğraf çekmek için zamanı tüketmişiz. Artık kendimizi bir mekana salıvermeye geliyor sıra. Biraz aşağı iniyoruz ve geziye başladığımız yerleri yeniden geçiyoruz. Orhan Kemal Müzesi, Şimşirci Sokak, Kasabım… Kasabın soluna doğru şirin, renkli bir kafe çarpıyor gözümüze. Oturup yemek faslına geçiyoruz. Aslında gezi yediğimiz güzel ve şekilli yemeklerle bitiyor. Ama anlatacak şey bir türlü bitmiyor. Çünkü Cihangir hep canlı.

Saati sekiz buçuk yapmışız acıktığımı fark ediyorum. Şener’e madem Cihangir’deyiz diyorum, bu akşam yemeği burada bir kafede yemezsek olmaz. Sessiz sakin – en azından biz oturduğumuzda öyle olan- bir sokak arası kafesinde karar kılıyoruz.

Biz yemeklerimizin gelmesini beklerken teyzeler “Yaprak Dökümü” sohbetine başlıyor, birbirlerine haber veriyorlar başlayıp başlamadığını. Ceyda da bu dizinin gedikli izleyicisi olduğundan o da “Fikret”i merak ediyor ve istese teyzelerin seve seve anlatacağını söylüyor. Balkon sohbeti yapan, sokaktan birbirlerini çeviren bu teyzeler hakkında diğer tespitler Ceyda’da, şimdi onun alanına müdahale etmeyeyim. Gün olur da bir teyzeler grubu da “How I Met Your Mother başlıyor, koşun!” derse onu da ben anlatırım artık.

Zaman zaman Güzin Abla’nın köşesini zevkle okuduğum gibi “Yaprak Dökümü”nü de seyrediyorum efendim, doğrudur. Canım çok sıkkın olduğunda, yeryüzündeki en bahtsız kişinin ben olduğumu sandığımda, normale dönmek ve şükretmek için benim bulduğum en ucuz ve keyifli yol bu çünkü. Öyle tuhaf tuhaf bakmayın canım ekrana, denemeden bilemezsiniz. Bir kere denemekle de hiçbir şey kaybetmezsiniz.

Ama bu sokağın sakinleri de en az bu önerdiğim yöntem kadar keyif verici. Kafenin tam karşısındaki apartmanın ikinci kat balkonunda önünde bulaşık önlüğü ile bir teyze beliriyor önce. Sonra karşı apartmandan başka bir teyze sesleniyor “Koş Asuman koş, başladı.” Asuman olduğunu anladığımız teyze bulaşık önlüğünü bir hamlede çıkarıp atıyor kendini içeri. Ardından ismi meçhul eşi çıkıyor Asuman Teyze’nin, sinirli. Anlıyoruz ki evde tek televizyon var. “Avrupa kupası maçı varken… Eeh ha bire dökülüyor ama bitmedi şu yapraklar da bir türlü.” der gibi içinden. Sonra reklam arası oluyor Asuman Teyze ve karşı komşusu bir posta Ferhunde’yi çekiştirip tekrar dağılıyorlar. Bunlar olurken Asuman Teyzelerin apartmanının birinci kat camından gizemli bir kafa çıkıyor dışarı, etrafı kolaçan ediyor hızlıca, beşinci kattan meçhul bir elin sarkıttığı hasır sepet usul usul iniyor aşağı. Gizemli kafa sepete bir poşet erik bırakıp kapatıyor perdeyi, sepeti yukarı çekiyor meçhul el. Açlığımı unuttum, reklam arası olsa da Asuman Teyze’ler çıksa diye gözüm camda…

Yemekler bittiğinde ise sokağın az ötesinden bir tartışmanın sesi yükseliyor. Tartışmanın nedeni araba. Evinin önüne çekmek isteyen gençten biri ile oraya arabasını park eden bir amca kapışıyor. Sözlü sataşma sürerken oğlan adamı takmaz tavırlı laflar edip arabasına afili bir biçimde biniyor. Adam da lafın altında kalmamak için açık şoför camından içeri doğru “Ne bu artislik?” gibilerinden bağırıyor. İşte ne oluyorsa o an oluyor, amcanın yanındaki iki gençten delikanlı amcanın yapmadığını yapıp açık camdan gence girişiyorlar. Ağız burun bırakmadan dalıyorlar. “N’olacak şimdi, yok mu bir kurtarıcı?” derken aniden mahallenin bıçkın delikanlısı bir hanım abla sunturlu küfürler savurarak geliyor, arabadakini yumruklayanlara bir güzel girişiyor. Araba uzaklaşıyor yüz metre kadar. Bıçkın hanım abla ağırlığıyla, yumruğuyla herkesi susturuyor; Şerafettin’den sonra Cihangir’den çıkan en büyük kahraman oluyor. Biz bu olaylar yaşanırken biraz biraz olayı takip edip bir yandan da hazırlanıyor ve ufaktan topukluyoruz. Yolda ağzı burnu dağılan genci görüyoruz, sonra da oraya hanım abla geliyor. Biz pek bakmamaya çalışarak Taksim Meydanı’nın yolunu tutuyoruz. Saatlerimiz 21.30; İşte üç saatlik, stres atmalık gezimiz burada bitiyor.

Tüm bu olaylar yaşanırken efendim ilk kez Asuman Teyze ve eşini balkonda yan yana omuz omuza görüyoruz, her şerde bir hayır var dedikleri bu değil de nedir!

İsteyenin Taksim’de gecelere akarak devam ettirebileceği gezilmesi keyif veren bir yer Cihangir. Yine olsa memnuniyetle yapardım bu geziyi. Sonunda “Oh be, dünya varmış!” dedirtiyor. Oh be, Cihan(gir) varmış!

Tekrar yapardım! Hatta bundan sonra artık tekrar tekrar yaparım!

Son söz: Gezi yazılarına başlarken ilk olarak içinden ray geçen semtler anlatacağımız söylemiştik. Cihangir, üst ve alt sınırları tramvay ve nostaljik tramvayla çizilmiş bir semt. Ama burayı anlatmamızı sağlayan şey sınırlar değil. Cihangir’i yer altından bölmüşler, Cihangir yarasını içinde tutuyor. Finükiler bölüyor bu semti Taksim’den Kabataş’a. Hal böyle olunca bu noktadan da iki kalem geçiveriyor!

Hiç yorum yok: