24 Kasım 2008 Pazartesi

Yeşilköy... Eylül 2008

-Bir ay aradan sonra yeniden karşınızda ve yollardayız. Sanmayın ki bu bir ay boyunca yollardan çok uzakta geçti zamanımız. Gezgin olmak bir huy; büyüseniz de, küçülseniz de (ki biyolojik olarak imkansız olsa da hepimiz yapıyoruz/yapmak istiyoruz zaman zaman), paranız/vaktiniz azalsa da artsa da, “aman be, bi’ çek git başımdan sen de!” diyemeyeceğiniz bir yanınız, bir yanınızda duranınız. Çikolata gibi bazen; bir kriz anında yerine başka bir şey ( un/irmik helvası, kesme/küp şeker, …)koyamadığınız…Geçen ay birbirimizden uzaktaydık Şener’le. Kendi yollarımızda yürüdük, dinlendik, anlatacaklarımızı, yazacaklarımızı biriktirdik. Yeşilköy’den yorgun mu yorgun döndükten sonra kendime sordum “Bu sıcak havada neden bu kadar uzağa gittik yav?” diye, belki de “özlemek” ve “acısını çıkarmak” isimlerinin birbirine gizliden gizliye göz kırpmasıdır nedeni.-

Yeşiköy adını duyunca insanın aklına havalimanı, fuar merkezi gelir hep. Uzak mesafesi, şehir otobüslerinin bu mesafeyi bir işkenceye dönüştürmesi de korkutur insanları. Belki de bu yüzden belediye otobüslerinde iki kat yoran yollarla ulaşıp “Ne var ne yok?” diye semtte gezmek yerine bu önemli iki neden için yolları düşmedikçe gelmeyi düşünmezler.

Yeşilköy, İstanbul sakinlerinin yol (özellikle E-5) fobisinin sonucu olarak az bilinen sakin semtlerinden biri. Haklılık çok büyüktür, belediye otobüsüyle oraya gitmenin sıkıcılığında, bunu kabul ediyoruz. Zaten biz de bu yüzden içinden rayların geçtiği semtleri yazıyoruz. Yeşilköy’e de E-5 kapısından değil istasyonundan giriyoruz!

Yeşilköy deyince aklıma gelen uzaklarda bir yer, işiniz olmadıkça yolunuzun geçmeyeceği. “Nasıl gidilir ki? Taa neresi… Allah akıl fikir versin” diye saydıracak mesafede bir yabancı memleket. Bir sihirli kelime/cümle arıyorum, ne desem aklınızı çelerim diye. Ben okur olsaydım, hangi kelime/cümleden sonra çıkardım evden? Sanırım şu olabilir; “…ama değer!” Yalan değil, inanın değer! Otobüsle gelip şevkinizi ta başından kırmayın ama, hele de Anadolu Yakası’ndan geliyorsanız benim gibi. Kadıköy-Eminönü hattını vapurla, Eminönü-Sirkeci hattını tabanvayla, Sirkeci-Yeşilköy hattını trenle geçiniz ve bu üç hattan hangisi daha renkli lütfen düşününüz. Bu da içeceklerin üzerindeki “soğuk içiniz”e döndü, değiştiriyorum bu konuda kibar olmayacağım, düşünün!, gözünüzü/kulağınızı açabildiğiniz kadar açın! Sizi gideceğiniz yere götüren yolun tadını çıkarın! Çünkü işin güzelliği burda! Kaçmasına izin vermeyin!

Sirkeci Garı’nın 4 nolu peronundan kalkan banliyöye biniyoruz. Yolculuğumuz yaklaşık yarım saat sürecek. Trenden sıkıntımız yok, biraz sallanıyoruz sadece. (Tek sorun yakıcı güneşin Ceyda’ya göz açtırmaması, gözünü açabilmek için elini alnına tutup siperlik yaptığında ise dertleri derya olmuş insan gibi göstermesi.) Bir istasyonda binip diğerinde inerek trenler arası mekik dokuyan pazarlamacılarla şenleniyoruz. Beş tanesi bir liraya kalem satan kalem gibi oğlan ile çocuklar için kukla oyuncak satan amca aklımda kalanlar oldu. Çünkü özellikle ikisi sattıkları ürünlere benziyorlardı!

4 no’lu perondaki trenin kalkmasına daha varsa, benim gibi yapıp garın içindeki müzeyi gezebilirsiniz ama ara ara saatinizi kontrol edin ki tren kaçmasın. Hızlı hızlı bakılıp geçilecek cinsten değil bu müze. Her şey başlı başına bir hikaye o kadar ki daha sakin ve geniş bir zamanda tekrar uğramalı-yım-. (Uğrayıp anlatmalıyız hatta!) Öyle sıcak bir gün seçmişiz ki gezmek için, güneşten kaçış yok. Allahtan trenin yola çıkması ile birlikte, içerisi bir gösteri alanına dönüşüyor da gözünüz güneşi görmüyor.Ben her defasında ister istemez düşünüyorum. Bu pazarlamacılardan biri -ya da iyi mi, birleşip hepsi- bir parti kursa sadece barajı değil daha neleri neleri aşarlar… bu başarının! nedeni onlar mı olur yoksa biz mi?sorusunun öyle çok da uzaklarda aranmayacak cevabını bulma işini de size bırakayım… Cevabı bul-a-mayanlar mı yoksa cevabı bulup da bulduğuyla ne yapacağını bilemeyenler mi daha aciz işte onu ben de bilmiyorum.

Yeşilyurt’un hemen ardından geliyor Yeşilköy İstasyonu. Banliyönün eski usül itmeli kapılarının birinden iniyoruz. Turnikeyi geç, merdivenleri in, sağa dön, merdivenleri çık, derin bir soluk al… İşte Yeşilköy; gidilebilecek üç yön. Seçim, hiçbir yerini bilmediğimiz bir semti gezmek niyetinde olunca kendiliğinden geliveriyor. “Tek yön” yazan levha bizim de yönümüzü belirleyiveriyor.

Havalimanlarının, tren istasyonlarının, otobüs terminallerinin, iskelelerin heyecanlı bir yanı var, hele de vardığınız yere ilk gelişinizse. Tüm yolu birlikte geldiğiniz o kalabalık dağılmaya başladığı an içinizde bir tur atan ilkokul birinci sınıf öğrencisinin okuldaki ilk gün halleri. Yalnız değilseniz işiniz bir parça daha kolay, paslayarak topu uygun bir açıklığa çıkarabilirsiniz bizim yaptığımız gibi.

İstasyondan denize doğru ilerleyen bu çok geniş olmayan, bol ağaçlı, yer yer eski ahşap konakların var olduğu caddenin İstasyon Caddesi olduğunu öğreniyoruz. Caddenin tatlı sakinliğinden hoşnut iş yerlerine, esnaflara ve her an dönebileceğimiz sokaklara bakarak ilerliyoruz. Ve yine istemsizce bir eylemle araç trafiği için caddenin son bulup verilen mecburi istikamete biz de dönüyoruz. Çok güzel görünen iki katlı binaların bulunduğu Alişan Yedi Başlar Sokağı bizi sahile ulaştırıyor.

Tren istasyonundan sahil tarafına çıkınca içine girdiğimiz sakinlik birazdan kaybolacak/kaybolmalı diye düşünüyorum ama yürüyoruz yürüyoruz değişen bir şey yok. Kuruyemiş satan bir dükkana girip doğru yöne gittiğimizi onaylatmak istiyoruz. Sahile doğru inmemizi tavsiye ediyorlar. Kiliselerin yerlerini tarif ediyorlar. Nedense Yeşilköy’de “Buralı mısınız?” sorusuna herkes sözleşilip de modeline karar verilmiş bir tebessümle karşılık veriyor. Bana biraz Samatya’yı anımsattı insanların bu halleri. Uzunca yıllar yaşadığı yerden kıpırdamamış, giderek birbirine benzeyen farkında olmadan belki de mevcut hallerini kontrollü bir şekilde muhafaza eden ve bu sayede zamana meydan okuyan insan halleri.

Sahil küçük teknelerle dolu. Denizi yakınımda hissedemiyorum. Bu nedenle bir sahil fotoğrafı da çekemediğimi sonradan anlıyorum. Caddebostan’ın yağlı boya bir tabloyu andıran denizi ve sahilini gezip, fotoğraflayıp, 30.sayıda yazdıktan sonra burada sadece teknelerin can simitlerini fotoğraflamak… Sözü sahilden anlayan Ceyda’ya bırakmalı hemen.

Sahile iner inmez söylediğim ilk cümle “bizim sahilimiz daha güzel!” Şimdi kendimle övünmeli miyim? Kendimden utanmalı mıyım? bilmiyorum. Sanırım giderek bir önceki paragrafta anlattığım insanlardan biri oluyorum. İçten içe hoşuma da gitmiyor değil bu, çünkü kendini bir yere ait hissedememek ne kadar yorucuysa bir yeri benimsemek de işte o kadar huzur verici. Yeşilköy’ün sahilinin üzerini de öyle bir kalemde çizip atmak haksızlık olur tabi. Sadece çok uzun ve geniş olmadığını söyleyebilirim. Bunun haricinde denizin, teknelerin, sahile çıkan dar çoğunlukla içkili restoranların bulunduğu sokakların varlığı yeter…

Sahilden bakıldığında bir kilise çanı hemen görülüyor. O yöne ulaştıracak sokağa giriyoruz. Dış cephesi çok sade olan, en üstteki üç sunakta üç heykel bulunan yapı Latin Katolik Kilisesi’dir. Dış kapıları açık olsa da iç kapı yine bize kapalı. Ancak sorun bizde, saat 12 ile 15 arası kapalıymış kilise.

Kilise avlusundan çıkıp sola yöneliyoruz. Cümbüş Sokak’ta yine sol tarafta bir sokak dikkatimizi çekiyor. Boydan boya restoranla dolu sokak güne yeni uyanıyor gibi. Masalar düzenleniyor, etraf sulanıyor, çalışanlarda telaşsız bir canlılık. Elimizde fotoğraf makinalarını gören biri hemen Türk yardımseverliğini gösteriyor. Amacımızın ne olduğunu ya da ne yapmak istediğimizi hiç sorgulamadan hemen yol gösteriyor. Dar kapılı bir ayazmanın varlığından böylece haberdar oluyoruz, Rum Kilisesi’nin yolunu böylece buluyoruz.

Daha sonradan bir esnaftan öğreneceğimiz şeyi biz size şimdiden söyleyelim, Yeşilköy ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin oturduğu bir semt ve bu kişilerin de çoğunun adalarda da evleri var. Yeşilköy’ün sokaklarının sakinliğinin bir nedeni de bu. Birbirine çok yakın mesafede bulunan ibadet yerlerini gördükçe biz de bu görüşe hak veriyoruz. Ama zamanlamamız çok kötü. Latin Katolik Kilisesi’nin ve daha sonra karşımıza çıkacak olan Rum Kilisesi’nin içini göremiyoruz maalesef. Ayazma da olmasaydı… Ben ilk kez bir ayazma görüyorum. Bana ilginç gelen kısmı içerdeki musluklar, bunun dışında yanan mumlar kiliselerde gördüğümüz tanıdık bir manzara. İçeride mum yakmış dua eden gen bir kız var. Duasını bitiriyor ve bıraktığı yerden çantasını almak için yüzünü bize dönüyor. Rahatsız edeceğim düşüncesi ile sorup sormamakta tereddüt ediyorum. Ama merakım baskın çıkıyor. Kız hızlıca, musluklardan akan suyun kutsal olduğuna inanıldığını, sırayla her muslukta ellerin ve yüzün yıkanıldığını söylüyor. Daha fazla konuşmak istemediğini söyleyip gidiyor hemen ardından.

İyi ki gösteriyor Ayazma’yı. Yoksa bulmak imkansız gibi. Dar kapısının ardından, daracık bir merdivenle aşağıya, küçük ve alçak tavanlı bir yere iniyoruz. Bir yanında çeşmeler, diğer yanında ise dikilen mumlar var. Ceyda, burası hakkında bilgi almak için mum yakan bir kızla konuşsa da biraz hüsranla karşılaşıyor gibi. Son dikkatimizi çeken şey ise kapıya yakın duvardaki karalama oluyor: “T.H.’yi evlendir. Beni de tanrım. Hepimize iş açıklığı ver.” Amin demekten başka bir de bunu yazana bir sözüm var: Yukarıdaki için yazılı temennilere gerek yok, sözlüsü de yeter. Böyle önüne gelen yeri karalarsan sözlüyü veremediğin gibi yazılı sınavdan da kalıverirsin evladım. (Öğretmenvari oldum galiba.)

Ayazma’dan çıkıp Rum Kilisesi’ne vardığımızda yine bir ahşap dış kapı açılsa da hemen içindeki iç kapıyı kapalı buluyoruz. İçerinin ihtişamına parmak uçlarımızda durup pencereden bakmakla yetiniyoruz. Rum Kilise’sinin kapısıyla karşılıklı dar olan dar yoldan devam ediyoruz, ardından sağa dönerek Cümbüş Sokak’ın da bir ucunun bağlandığı Çeşme Sokak’ta ilerliyoruz.

İstasyon Sokak adını istasyondan aldığını bilince Çeşme Sokak’ın da sonunda gördüğümüz pek de sürpriz olmuyor. Karşımıza Osmanlı zamanında yapılmış, pek de itibar görmeyen bir çeşme ve arkasına dikilmiş bir cami çıkıyor. Çeşmenin köşesinde bir kadın elimizdeki fotoğraf makinalarını görünce laf atıyor bize: “Ne çekiyonuz, beni de çekin” diye. İnsanların gönüllerini hoş etmek için fotoğraf çekmek elinde dijital makine olan bana düşüyor ve yanında çocuklarının delişmen hareketleriyle art arda fotoğraflıyorum kadını. Artık Çeşme Sokak’ın devamı gibi duran Çekmece Caddesi’ndeyiz. (Bu caddenin sonunda da bir çekmece mi göreceğiz acaba?) Caddenin başında, caminin hemen arkasında Rum İlkokulu’nu görüyoruz. İşlemeli kapısına bakıp geçiyoruz 1905’te kurulan bu yapının.

Dijital makine almamın zamanın geldiğini bir kere daha anladım. Ama şu homosapiensler anlaşılması ne kadar zor canlılar! Kimi fellik fellik kaçar fotoğrafını çektirmemek için, kimi de hiçbir zaman eline geçmeyecek fotoğrafını çektirmek için pervane olur çevrenizde. Bazen de fotoğrafçı denilen homosapiens başını belaya sokma pahasına olmadık bir şeyin fotoğrafını çekmeye niyetlenir. Bu tip fotoğrafçılara örnek olarak, Çekmece Caddesi’nin sonunda, arabanın radyatörüne pet şişeden su döken kadın ve yanında durarak kadına nasıl bir katkı sağladığı anlaşılamayan adamın fotoğrafını çekmek için objektif dahi değiştiren Şener Soysal verilebilir.

Caddede biraz daha ilerledikten sonra yine içimizdeki ses bize ufaktan yol gösteriyor, “sağa dönün” diyor. Sağdaki sokakta ilerlerken de bir lokanta önünde bu gezimizde bize katılan Özgür Demirel’in içindeki gurme sesleniveriyor. Ve bir anda, adına bile doğru dürüst bakmadan giriveriyoruz bir restorana. Girişte bir mücevherat bölümü var. Oldukça dolanarak cam kenarına geçiyoruz, masa numaramız 407. Her tarafta ahşap ve ağaç masalar var, duvarlarda ünlülerin fotoğrafları. Güzel dürümlerimizi yiyoruz afiyetle. Çıkarken dürümcü reklamlı ve kenarında ufak bir termometresi olan eşantiyon magnetlerden alıyoruz. Bir de dürümcünün broşürünü tabi… Ve broşürdeki amcanın kim olduğunu sokaktan hararetli tartışmamıza katılan amca sayesinde öğreniyoruz. “Mahallenin Muhtarları’ndaki kasap o!” Dürümcü Baba’nın sahibi işte o.

“Dürümcü Baba” en meşhur on dürümcüden biriymiş. Nerden bilirdik? Nasıl tahmin ederdik? Büyük ihtimalle önünden geçer giderdik, yanımızda Özgür olmasaydı. Gurmelik apayrı bir vasıf galiba, yemekle çok işi olmayan benim gibi biri için çook uzak bir mecra ama takdir etmedim Özgür’ü desem yalan olur. Belki yazının bu kısmında Özgür’e bağlanıp yemek ve mekan hakkındaki görüşlerini almamız daha uygun olurdu ama ben en azından şunu söyleyeyim sadece mekanı görmek için bile gidilebilir Dürümcü Baba’ya.

Karnımız tok sokakta yol almaya devam edip bu sokağın da ucunu ana caddeye, İstasyon Caddesi’ne bağlıyoruz. Yönümüzü istasyon yapıp geldiğimiz yoldan gerisingeri ilerliyoruz. Ve yine Özgür’ün içindeki gurme solda köşe başındaki bir büfeyi işaret ediyor: Turşucu Göksel.

Köşe başında bir büfe var ama o sadece bir büfe değil. O bir büfe tipi gurme, her yanına Yeşilköy’ün tüm meşhur yeme yerlerinin isimleri asılmış. Bunlardan dikkatimizi çeken biri “Meşhur Kokoreçci Konyalı Ahmet Usta” bir diğeri de “Turşucu Göksel”.


Büfedeki genç delikanlıya turşu suyu soruyor Özgür. O ise turşunun olmadığını söylüyor. Şaşkın bakıyoruz; bir tabelaya, bir adama. Sonunda Göksel Abi’nin yüz metre aşağıya taşındığını, artık dükkan açtığını söylüyor. Dediği gibi sokağı takip edip gidiyoruz. Köşe başındaki dükkanın vitrinini görüyoruz ilkin. Turşu yemeyen beni bile bu renk cümbüşü hayran bırakıyor. Özgür turşu suyunu içerken biz de Turşucu Göksel ile konuşuyoruz. Biz ona kendimizden bahsediyoruz, o da bize oynadığı dizileri, ününü ve 26 yıllık turşuculuğunu. Göksel’in evlere servis turşu yolladığını da görüyoruz bu arada. Yanında çalışana paketi verip yolluyor: “Madam teyzene götür gel bunu!” Yine Yeşilköy’ün bu kadar sakin olmasının sebebinin de pek çok semt sakininin Ada’dan dönmediğinden kaynaklandığını söylüyor. Genelde o söylüyor, anlatıyor zaten. Yine de sormak isterdim bu soruyu, Neşeli Günler filmindeki o meşhur ikilemi: Turşu suyunun iyisi sirkeden mi yoksa limondan mı yapılır? Hala meraktayım.

Turşucu Göksel Abi Özgür’ün içtiği turşu suyunun parasını, “Bu da bizden olsun” diyerek almayacak kadar ince, en iyi yeşil yaprakların Tokat’tan mı Manisa’dan mı geldiğini yapraklar üzerinden detaylı izah edecek kadar senelerin turşucusu, “Bu tarafın vitrinini çekseniz daha güzel çıkar” deyip vitrin camının önündeki perdeyi yerinden kaldıracak kadar iyi niyetli ve ayrılırken “Hadi gençler, dilerim her şey gönlünüzce olsun.” diyecek kadar samimi. Biz de seninle tanıştığımız için mutluyuz Turşucu Göksel Abi. Sağolasın.



Tekrar dönüş yolundayız. İstasyonun alt geçidinden geçiyoruz. Karşımızdaki geniş alanda uçaklar var. Havalimanında değiliz, Havacılık Müzesi’ndeyiz!

Müzenin girişinde sağ baştan havacılığın önemli isimlerinin büstlerini selamlayarak ana binaya giriyoruz. Müzenin kapalı kısmının giriş holündeki flamalar ilgimi çekiyor hemen. Üzerlerindeki şekiller oldukça renkli ve süper kahraman edası yaratıyor. Arı, korsan, kaplan ve tanımlanılamayacak, görülmesi gereken onun üzerinde flama. Soldan devam ediyoruz müzeye. Hazerfen’in uçuşunu gösteren makete eğlenceyle bakıyoruz. Duvarlardaki ilk uçuştan hava kuvvetlerimizin başarılı askeri görevlerine kadar pek çok şeyi görüyoruz. Hepsi de oldukça güzel tasarlanmış üstelik, tasarımı gayet başarılı. Sadece bir şey dikkatimi çekiyor; fotoğraflar ve açıklamaların eşlemeleri renkli dairelerle sağlanmış. Ama, diyorum Ceyda’ya: Renk körleri ne yapacak?

Havacılık müzesindeyken ve şimdi Şener’in yazdıklarını okurken“keşke” dedim “Müze gezmek bankamatikten para çekmek gibi bir şey olsaydı, sık sık ihtiyaç duyduğumuz.” Müze o kadar güzel tasarlanmış ki, havacılık konusunda uzman olmasam da bir uzman gelip görse “şu da eksik” diyeceği hiçbir şey yok sanki. Şimdiye kadar gelip görmediğim için utandım. Bu yazıyı kaç kişi okuyacak kaç kişi bu kısmına kadar okuyacak bilmiyorum ama birileri bunları okuduktan sonra bir hafta sonu planına alırsa bu müzeyi çok mutlu olacağım.

Bu alanın devamında bir hangara giriyoruz. Yine farklı yıllardan uçaklar var. Bir savaş uçağının kabinini de görüyoruz burada. Onca düğmeyi görüp şaşırıyoruz. Bizim görünce şaşırdığımız düğmeleri kullanırken pilotlar nasıl şaşırmıyor, şaşıyorum doğrusu. Bu kısmın devamı ise bombaların bulunduğu bölüme açılıyor.

Benim dikkatimi en çok uçak motorları çekiyor, oldukça büyük ve karmaşık görünüyorlar. Savaş uçağının kokpiti ise gece rüyanıza girse terler inde uyanmanıza neden olabilir, Allah kullananın yardımcısı olsun. Bu arada birlikte müze gezen iki yazan olarak teknik nedenini bilemesek de bir bombaya “maksat” adının verilmiş olması bizi epey konuşturdu. Biz gördük ki hayal gücünüz sağlamsa her nerde olursanız olun,yaptığınız işten keyif almanız kaçınılmaz.

Önemli pilotlarımızın kişisel eşyalarının bulunduğu bölüm yine şaşırtıyor bizi. Giydikleri tulumlar, eldivenler, gözlükler çok farklı. Günümüzde filmlerden izleyip bildiğimiz o nitelikli araçlardan çok çok uzak hepsi. Buna rağmen nice başarılara imza atmış olmaları hayranlık uyandırıyor.

Müzenin en etkileyici kısmı belki de burası. İnsan her bir pilota ait kişisel eşyaları önünde dakikalarca durup incelemek istiyor belki de o kişiye saygısını bu şekilde ifade etmek istiyor. Çünkü müzenin başından buraya kadar olan kısım gösteriyor ki yaptıkları, başardıkları, cesaretleri hayranlık uyandırıcı.

Sürekli pirinç bir levhanın üzerindeki plastik çıkartma el işaretinin gösterdiği yöne giderek bir odadan diğerine geçiyoruz böylece. Son odanın bir duvarı şehitlerimize ayrılmış. İsimleri plakalarda yazıyor. Diğer duvarları ise vitrin şeklinde. İlk pilotlarımızın giydiği kıyafetlerden şu an kullanılan modern kıyafetlere kadar hepsi vitrin mankenleri üzerinde sergileniyor. Doğrusu kıyafetler kadar vitrin mankenlerinin tiplerindeki değişiklik de düşündürdü beni. Hava Harp Akademisi’nin ilk afişi ile son afişi de aynı yerde insanı havacı olmak için çağırıyor.

(foto18)Müzenin kapalı kısmı böylece bitiyor. Açık alanda ise pek çok uçak ve helikopter bulunuyor. Kapalı kısmın getirdiği yorgunlukla gezmemenizi, kafeteryada bizim gibi biraz soluklanmanızı öneriyorum. Bir de oradaki minik ‘uçakcık’ın içine kurulup fotoğraf çektirmenizi… Bir noktadan iki kalem geçiren Ceyda ve ben oturduk ve uçtuk!

Müzeyi bu kadar cazip kılan bölümlerden biri çeşitli uçak ve helikopterlerin sergilendiği bahçe kısmı. Burada hizmetten çıkarılmış ve hala hizmet verebilir durumda olan pek çok uçak görmeniz mümkün. Burada bizi hayal kırıklığına uğratan bir şey var, bazı uçaklara yaslanmış merdivenler ile o uçakların içlerini gezebileceğimizi düşünüyoruz ama en üst basamağa geldiğimizde görüyoruz ki kapılarda birer asma kilit.

Çok uçmadan, müzeyi daha fazla da anlatmadan bitirmeli belki yazıyı. Çünkü müze anlatılamayacak kadar çok şey barındırıyor içinde. Ne kelimeler, ne fotoğraflar yeter. Havacılık Müzesi, Yeşilköy’e gidildiğinde muhakkak uğranması gereken bir yer.

Dönüşümüz çok sevdiğimiz tren yolu ile olmuyor maalesef. Çeşitli nedenlerle otobüsle dönüyoruz. Siz de Taksim veya Eminönü otobüsüyle dönmek zorunda kalırsanız diye söylüyorum, aklınızda bulunsun, İstasyon Caddesi’nde soldaki ilk sokağa dönünce yüz metre ileride. Aklınızda bulunmasa da sorun yok, biz de caddede yürüyen birinden öğrendik. Türk yardımseverliği…

Yeşilköy gezimizin sonunda da içim mutlulukla doluyor. Bir semtin daha içten ve sıcak yüzünü görmenin mutluluğu, onun sadece havalimanından ve fuar merkezinden oluşmadığını öğrenmenin mutluluğu, yaşanılan saatlerin, tadılan yemeklerin mutluluğu… Bize yine yol arkadaşı olan ve fotoğraflarıyla bizi destekleyen Kadriye’ye ve yemek seçimleriyle gezimize katkısı olan Özgür’e teşekkürlerimi ben söyleyip kapanışı Ceyda’ya bırakıyorum mutlulukla.

Ahmet Oktay’ın şiir kitabının o çarpıcı ismi geliyor aklıma gezinin sonunda; “Kaç kişiyiz kendimizde?” Ben düşündüm düşündüm, zamanına, yerine, durumuna göre ben öyle kalabalığım ki… Kendi hallerine bıraktım sonunda kendimdeki kişileri… Dönüş yolundayken bunlardan ikisi konuşuyordu, ister istemez kulak misafiri oldum:

- Yeşilköy gezimizden neler öğrendik?
- İlla her şeyden bir şey mi öğrenmeliyiz kardeşim!
- Öyle amaçsız amaçsız mı gezdin yani kardeşim bu sıcakta?
- Bazen yolun neler getireceğini bilmeden, şartları düşünmeden, ön hazırlıklar yapmadan, hesaplamadan adım atmak da güzeldir.
- Hani hava daha serin olsaydı, Yeşilköy’ün gayrimüslim halkı adalardan dönseydi de sokaklar az daha kalabalık olsaydı, kiliselerin açık olduğu saatler yakalansaydı… diye geçirmiyor musun içinden?
-Yoo mutluyum ben…
- Tekrar yapardım diyorsun yani?
- Aynen öyle!



Önemli Not: İçinden ray geçen semtleri yazıyoruz. İstasyonları semtin yüreği, rayları ise yaşanılan aşkın bıraktığı iki çizgi olarak biliyoruz. İşte bu aşkın getirdiği istasyonlardaki hareketlilik ve umudu seviyoruz. Beklemenin umudu, beklenilen olmanın umudu ya da umudu gözlemleyebilmenin sevinci…

Ancak bu umudun kaynağı, bizim gezilerimizin temel taşı banliyöler ve istasyonlar kaldırılmak, tarihi Haydarpaşa Garı ve Sirkeci Garı yenilenmek isteniyor. Oysa bunların hepsi kültürel mirasımız!

Biz, banliyöleri seviyoruz ve onun için başlatılan imza kampanyasını destekliyoruz. Siz de bu umutları seviyorsanız kampanyaya destek için aşağıdaki adresteki forma adınızı, mail adresinizi ve mesleğinizi yazmanız yeterli.
http://www.kentvedemiryolu.com/marmaray_imza_kampanyasi.php

Hiç yorum yok: