
Yeşiköy adını duyunca insanın aklına havalimanı, fuar merkezi gelir hep. Uzak mesafesi, şehir otobüslerinin bu mesafeyi bir işkenceye dönüştürmesi de korkutur insanları. Belki de bu yüzden belediye otobüslerinde iki kat yoran yollarla ulaşıp “Ne var ne yok?” diye semtte gezmek yerine bu önemli iki neden için yolları düşmedikçe gelmeyi düşünmezler.

Yeşilköy deyince aklıma gelen uzaklarda bir yer, işiniz olmadıkça yolunuzun geçmeyeceği. “Nasıl gidilir ki? Taa neresi… Allah akıl fikir versin” diye saydıracak mesafede bir yabancı memleket. Bir sihirli kelime/cümle arıyorum, ne desem aklınızı çelerim diye. Ben okur olsaydım, hangi kelime/cümleden sonra çıkardım evden? Sanırım şu olabilir; “…ama değer!” Yalan değil, inanın değer! Otobüsle gelip şevkinizi ta başından kırmayın ama, hele de Anadolu Yakası’ndan geliyorsanız benim gibi. Kadıköy-Eminönü hattını vapurla, Eminönü-Sirkeci hattını tabanvayla, Sirkeci-Yeşilköy hattını trenle geçiniz ve bu üç hattan hangisi daha renkli lütfen düşününüz. Bu da içeceklerin üzerindeki “soğuk içiniz”e döndü, değiştiriyorum bu konuda kibar olmayacağım, düşünün!, gözünüzü/kulağınızı açabildiğiniz kadar açın! Sizi gideceğiniz yere götüren yolun tadını çıkarın! Çünkü işin güzelliği burda! Kaçmasına izin vermeyin!

4 no’lu perondaki trenin kalkmasına daha varsa, benim gibi yapıp garın içindeki müzeyi gezebilirsiniz ama ara ara saatinizi kontrol edin ki tren kaçmasın. Hızlı hızlı bakılıp geçilecek cinsten değil bu müze. Her şey başlı başına bir hikaye o kadar ki daha sakin ve geniş bir zamanda tekrar uğramalı-yım-. (Uğrayıp anlatmalıyız hatta!) Öyle sıcak bir gün seçmişiz ki gezmek için, güneşten kaçış yok. Allahtan trenin yola çıkması ile birlikte, içerisi bir gösteri alanına dönüşüyor da gözünüz güneşi görmüyor.Ben her defasında ister istemez düşünüyorum. Bu pazarlamacılardan biri -ya da iyi mi, birleşip hepsi- bir parti kursa sadece barajı değil daha neleri neleri aşarlar… bu başarının! nedeni onlar mı olur yoksa biz mi?sorusunun öyle çok da uzaklarda aranmayacak cevabını bulma işini de size bırakayım… Cevabı bul-a-mayanlar mı yoksa cevabı bulup da bulduğuyla ne yapacağını bilemeyenler mi daha aciz işte onu ben de bilmiyorum.
Yeşilyurt’un hemen ardından geliyor Yeşilköy İstasyonu. Banliyönün eski usül itmeli kapılarının birinden iniyoruz. Turnikeyi geç, merdivenleri in, sağa dön, merdivenleri çık, derin bir soluk al… İşte Yeşilköy; gidilebilecek üç yön. Seçim, hiçbir yerini bilmediğimiz bir semti gezmek niyetinde olunca kendiliğinden geliveriyor. “Tek yön” yazan levha bizim de yönümüzü belirleyiveriyor.

İstasyondan denize doğru ilerleyen bu çok geniş olmayan, bol ağaçlı, yer yer eski ahşap konakların var olduğu caddenin İstasyon Caddesi olduğunu öğreniyoruz. Caddenin tatlı sakinliğinden hoşnut iş yerlerine, esnaflara ve her an dönebileceğimiz sokaklara bakarak ilerliyoruz. Ve yine istemsizce bir eylemle araç trafiği için caddenin son bulup verilen mecburi istikamete biz de dönüyoruz. Çok güzel görünen iki katlı binaların bulunduğu Alişan Yedi Başlar Sokağı bizi sahile ulaştırıyor.

Sahil küçük teknelerle dolu. Denizi yakınımda hissedemiyorum. Bu nedenle bir sahil fotoğrafı da çekemediğimi sonradan anlıyorum. Caddebostan’ın yağlı boya bir tabloyu andıran denizi ve sahilini gezip, fotoğraflayıp, 30.sayıda yazdıktan sonra burada sadece teknelerin can simitlerini fotoğraflamak… Sözü sahilden anlayan Ceyda’ya bırakmalı hemen.

Sahilden bakıldığında bir kilise çanı hemen görülüyor. O

Kilise avlusundan çıkıp sola yöneliyoruz. Cümbüş Sokak’ta yine sol tarafta bir sokak dikkatimizi çekiyor. Boydan boya restoranla dolu sokak güne yeni uyanıyor gibi. Masalar düzenleniyor, etraf sulanıyor, çalışanlarda telaşsız bir canlılık. Elimizde fotoğraf makinalarını gören biri hemen Türk yardımseverliğini gösteriyor. Amacımızın ne olduğunu ya da ne yapmak istediğimizi hiç sorgulamadan hemen yol gösteriyor. Dar kapılı bir ayazmanın varlığından böylece haberdar oluyoruz, Rum Kilisesi’nin yolunu böylece buluyoruz.



Ayazma’dan çıkıp Rum Kilisesi’ne vardığımızda yine bir ahşap dış kapı açılsa da hemen içindeki iç kapıyı kapalı buluyoruz. İçerinin ihtişamına parmak uçlarımızda durup pencereden bakmakla yetiniyoruz. Rum Kilise’sinin kapısıyla karşılıklı dar olan dar yoldan devam ediyoruz, ardından sağa dönerek Cümbüş Sokak’ın da bir ucunun bağlandığı Çeşme Sokak’ta ilerliyoruz.


Caddede biraz daha ilerledikten sonra yine içimizdeki ses bize ufaktan yol gösteriyor, “sağa dönün” diyor. Sağdaki sokakta ilerlerken de bir lokanta önünde bu gezimizde bize katılan Özgür Demirel’in içindeki gurme sesleniveriyor. Ve bir anda, adına bile doğru dürüst bakmadan giriveriyoruz bir restorana. Girişte bir mücevherat bölümü var. Oldukça dolanarak cam kenarına geçiyoruz, masa numaramız 407. Her tarafta ahşap ve ağaç masalar var, duvarlarda ünlülerin fotoğrafları. Güzel dürümlerimizi yiyoruz afiyetle. Çıkarken dürümcü reklamlı ve kenarında ufak bir termometresi olan eşantiyon magnetlerden alıyoruz. Bir de dürümcünün broşürünü tabi… Ve broşürdeki amcanın kim olduğunu sokaktan hararetli tartışmamıza katılan amca sayesinde öğreniyoruz. “Mahallenin Muhtarları’ndaki kasap o!” Dürümcü Baba’nın sahibi işte o.

Karnımız tok sokakta yol almaya devam edip bu sokağın da ucunu ana caddeye, İstasyon Caddesi’ne bağlıyoruz. Yönümüzü istasyon yapıp geldiğimiz yoldan gerisingeri ilerliyoruz. Ve yine Özgür’ün içindeki gurme solda köşe başındaki bir büfeyi işaret ediyor: Turşucu Göksel.
Köşe başında bir büfe var ama o sadece bir büfe değil. O bir büfe tipi gurme, her yanına Yeşilköy’ün tüm meşhur yeme yerlerinin isimleri asılmış. Bunlardan dikkatimizi çeken biri “Meşhur Kokoreçci Konyalı Ahmet Usta” bir diğeri de “Turşucu Göksel”.
Büfedeki genç delikanlıya turşu suyu soruyor Özgür. O ise turşunun olmadığını söylüyor. Şaşkın bakıyoruz; bir tabelaya, bir adama. Sonunda Göksel Abi’nin yüz metre aşağıya taşındığını, artık dükkan açtığını söylüyor. Dediği gibi sokağı takip edip gidiyoruz. Köşe başındaki dükkanın vitrinini görüyoruz ilkin. Turşu yemeyen beni bile bu renk cümbüşü hayran bırakıyor. Özgür turşu suyunu içerken biz de Turşucu Göksel ile konuşuyoruz. Biz ona kendimizden bahsediyoruz, o da bize oynadığı dizileri, ününü ve 26 yıllık turşuculuğunu. Göksel’in evlere servis turşu yolladığını da görüyoruz bu arada. Yanında çalışana paketi verip yolluyor: “Madam teyzene götür gel bunu!” Yine Yeşilköy’ün bu kadar sakin olmasının sebebinin de pek çok semt sakininin Ada’dan dönmediğinden kaynaklandığını söylüyor. Genelde o söylüyor, anlatıyor zaten. Yine de sormak isterdim bu soruyu, Neşeli Günler filmindeki o meşhur ikilemi: Turşu suyunun iyisi sirkeden mi yoksa limondan mı yapılır? Hala meraktayım.

Tekrar dönüş yolundayız. İstasyonun alt geçidinden geçiyoruz. Karşımızdaki geniş alanda uçaklar var. Havalimanında değiliz, Havacılık Müzesi’ndeyiz!

Havacılık müzesindeyken ve şimdi Şener’in yazdıklarını okurken“keşke” dedim “Müze gezmek bankamatikten para çekmek gibi bir şey olsaydı, sık sık ihtiyaç duyduğumuz.” Müze o kadar güzel tasarlanmış ki, havacılık konusunda uzman olmasam da bir uzman gelip görse “şu da eksik” diyeceği hiçbir şey yok sanki. Şimdiye kadar gelip görmediğim için utandım. Bu yazıyı kaç kişi okuyacak kaç kişi bu kısmına kadar okuyacak bilmiyorum ama birileri bunları okuduktan sonra bir hafta sonu planına alırsa bu müzeyi çok mutlu olacağım.

Bu alanın devamında bir hangara giriyoruz. Yine farklı yıllardan uçaklar var. Bir savaş uçağının kabinini de görüyoruz burada. Onca düğmeyi görüp şaşırıyoruz. Bizim görünce şaşırdığımız düğmeleri kullanırken pilotlar nasıl şaşırmıyor, şaşıyorum doğrusu. Bu kısmın devamı ise bombaların bulunduğu bölüme açılıyor.
Benim dikkatimi en çok uçak motorları çekiyor, oldukça büyük ve karmaşık görünüyorlar. Savaş uçağının kokpiti ise gece rüyanıza girse terler inde uyanmanıza neden olabilir, Allah kullananın yardımcısı olsun. Bu arada birlikte müze gezen iki yazan olarak teknik nedenini bilemesek de bir bombaya “maksat” adının verilmiş olması bizi epey konuşturdu. Biz gördük ki hayal gücünüz sağlamsa her nerde olursanız olun,yaptığınız işten keyif almanız kaçınılmaz.

Müzenin en etkileyici kısmı belki de burası. İnsan her bir pilota ait kişisel eşyaları önünde dakikalarca durup incelemek istiyor belki de o kişiye saygısını bu şekilde ifade etmek istiyor. Çünkü müzenin başından buraya kadar olan kısım gösteriyor ki yaptıkları, başardıkları, cesaretleri hayranlık uyandırıcı.

Sürekli pirinç bir levhanın üzerindeki plastik çıkartma el işaretinin gösterdiği yöne giderek bir odadan diğerine geçiyoruz böylece. Son odanın bir duvarı şehitlerimize ayrılmış. İsimleri plakalarda yazıyor. Diğer duvarları ise vitrin şeklinde. İlk pilotlarımızın giydiği kıyafetlerden şu an kullanılan modern kıyafetlere kadar hepsi vitrin mankenleri üzerinde sergileniyor. Doğrusu kıyafetler kadar vitrin mankenlerinin tiplerindeki değişiklik de düşündürdü beni. Hava Harp Akademisi’nin ilk afişi ile son afişi de aynı yerde insanı havacı olmak için çağırıyor.
(foto18)Müzenin kapalı kısmı böylece bitiyor. Açık alanda ise pek çok uçak ve helikopter bulunuyor. Kapalı kısmın getirdiği yorgunlukla gezmemenizi, kafeteryada bizim gibi biraz soluklanmanızı öneriyorum. Bir de oradaki minik ‘uçakcık’ın içine kurulup fotoğraf çektirmenizi… Bir noktadan iki kalem geçiren Ceyda ve ben oturduk ve uçtuk!
Müzeyi bu kadar cazip kılan bölümlerden biri çeşitli uçak ve helikopterlerin sergilendiği bahçe kısmı. Burada hizmetten çıkarılmış ve hala hizmet verebilir durumda olan pek çok uçak görmeniz mümkün. Burada bizi hayal kırıklığına uğratan bir şey var, bazı uçaklara yaslanmış merdivenler ile o uçakların içlerini gezebileceğimizi düşünüyoruz ama en üst basamağa geldiğimizde görüyoruz ki kapılarda birer asma kilit.

Çok uçmadan, müzeyi daha fazla da anlatmadan bitirmeli belki yazıyı. Çünkü müze anlatılamayacak kadar çok şey barındırıyor içinde. Ne kelimeler, ne fotoğraflar yeter. Havacılık Müzesi, Yeşilköy’e gidildiğinde muhakkak uğranması gereken bir yer.

Yeşilköy gezimizin sonunda da içim mutlulukla doluyor. Bir semtin daha içten ve sıcak yüzünü görmenin mutluluğu, onun sadece havalimanından ve fuar merkezinden oluşmadığını öğrenmenin mutluluğu, yaşanılan saatlerin, tadılan yemeklerin mutluluğu… Bize yine yol arkadaşı olan ve fotoğraflarıyla bizi destekleyen Kadriye’ye ve yemek seçimleriyle gezimize katkısı olan Özgür’e teşekkürlerimi ben söyleyip kapanışı Ceyda’ya bırakıyorum mutlulukla.
Ahmet Oktay’ın şiir kitabının o çarpıcı ismi geliyor aklıma gezinin sonunda; “Kaç kişiyiz kendimizde?” Ben düşündüm düşündüm, zamanına, yerine, durumuna göre ben öyle kalabalığım ki… Kendi hallerine bıraktım sonunda kendimdeki kişileri… Dönüş yolundayken bunlardan ikisi konuşuyordu, ister istemez kulak misafiri oldum:
- Yeşilköy gezimizden neler öğrendik?
- İlla her şeyden bir şey mi öğrenmeliyiz kardeşim!
- Öyle amaçsız amaçsız mı gezdin yani kardeşim bu sıcakta?
- Bazen yolun neler getireceğini bilmeden, şartları düşünmeden, ön hazırlıklar yapmadan, hesaplamadan adım atmak da güzeldir.
- Hani hava daha serin olsaydı, Yeşilköy’ün gayrimüslim halkı adalardan dönseydi de sokaklar az daha kalabalık olsaydı, kiliselerin açık olduğu saatler yakalansaydı… diye geçirmiyor musun içinden?
-Yoo mutluyum ben…
- Tekrar yapardım diyorsun yani?
- Aynen öyle!
Önemli Not: İçinden ray geçen semtleri yazıyoruz. İstasyonları semtin yüreği, rayları ise yaşanılan aşkın bıraktığı iki çizgi olarak biliyoruz. İşte bu aşkın getirdiği istasyonlardaki hareketlilik ve umudu seviyoruz. Beklemenin umudu, beklenilen olmanın umudu ya da umudu gözlemleyebilmenin sevinci…
Ancak bu umudun kaynağı, bizim gezilerimizin temel taşı banliyöler ve istasyonlar kaldırılmak, tarihi Haydarpaşa Garı ve Sirkeci Garı yenilenmek isteniyor. Oysa bunların hepsi kültürel mirasımız!
Biz, banliyöleri seviyoruz ve onun için başlatılan imza kampanyasını destekliyoruz. Siz de bu umutları seviyorsanız kampanyaya destek için aşağıdaki adresteki forma adınızı, mail adresinizi ve mesleğinizi yazmanız yeterli.
http://www.kentvedemiryolu.com/marmaray_imza_kampanyasi.php
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder